1 Mart 2014 Cumartesi

İstanbul Öyküleri

ŞEHİR
Nicedir hapsolduğum kendi sesimi dinlediğim bir girdaptın sen. Kimse tarafından anlaşılmadığını düşünürsün bazen en kalabalık yalnızlıklarda yaşarken. Derdini suya anlat akıp gitsin derler ya ben de senin maviliğine döktüm içimi sessiz bir serzenişle. İstanbul, sen büyülü bir şehirsin. Öyle bir auro var ki sende bir saniyede bin asrın yaşanmışlığını sunarsın, tekrar tekrar yaşatırsın aynı sahneleri farklı bedenlerde. Evrenin en devasa saati senin kalbine saklanmış bir gün ola dursa o saat hayat da duracak zaman da uzam da…Kıskanılası bir dostsun sen; bütün şairler sana aşık.

Günlerdir bir türlü başlayamıyorum yazmaya sözcüklere küsmüş bir şair gibiyim, bir fikir kırıntısı umuduyla yaratmanın vuslatına ermeyi bekliyorum. İstanbul aşkı bile iyi gelmiyor bu ararlar bana. Sözcüklerle dans ettiğim zamanları özlüyorum. Elime fotoğraf makinamı alıp sokak sokak dolaştım bir dünya fotoğraf çektim. Odam insan temalı fotoğraf sergisine döndü .Birbirinden farklı yüzlerle karşı karşıyayım .Hikayelerini dinledim, duygularını okudum gözlerinden .Bir ara pencereyi açtım, gökyüzüne baktım .Parlak bir yıldıza emanet ettiğim çocukluğumu çağırdım. Gözlerimi kapattım onu dinledim bir süre. Büyülü şehirde sabah olmak üzereydi, bir şeyler karaladım, yazdım ,beğenmedim yine yazdım. Büyülü şehir şimdi eteğindeki taşları dök bakalım .Asırlardır biriktirdiğin yaşanmışlıkların , yaraların, acıların var. Görkemli maviliğe fısıldanmış sırların…Eskiden yani büyümenin gerçekliği ile tanışmamışken hayal ettiklerimi yazar , onları denizlere bırakıp başka diyarlara göndermeyi isterdim. Ama deniz bulamaz bulduğumda da hayallerimden vazgeçmiş olurdum. Bir şişenin içine saklanmış günü geçmiş hayaller olarak kalırlardı. Belki bir yerlerde denizlere bırakılmış mektupları olanlar vardır. Bir gün kıyıya vurmuş mektuplara rastlamak dileğiyle derin bir uykuya daldım. Sabah kalktığımda bir öyküye başlamak için açık bıraktığım bilgisayarın başına geçtim. Uzun zamandır e- postalarımı kontrol etmediğimi hatırladım. Bir arkadaşımdan gelen bir e-posta : 1950 ‘li yılların Rumları ‘nın yani İstanbullu Rumlar’ın öyküsü .Birilerinin İstanbul’ a bıraktığı öykülerden biri kıyıma vurmuştu şişenin içinde değildi ama deniz ve İstanbul kokuyordu.
Sofia , Nisan/1955
Bugün tam otuz gün olmuş. Oysa günleri saymaktan hiç hoşlanmazdım. İnsanın ahir ömrünün nadide günlerinin bitmesini istemesi çok anlamsız. Beklemek huzuru kaçırıyor Neşesiz, içine kapanık, huysuz biri oldum. Teyzem ,kadıncağız bu halime çok üzülüyor. “Kendini dinlemekten yaklaşmakta olan fırtınadan bihabersin”diyordu. Bir haftadır dükkanı açmadım, dışarıya da çıkmadım bugün .Kendimi dinlemediğim zamanlarda radyo dinliyorum. Yine o şarkı çalıyor “Let Me Go Lover”.
-Yaşıyor musun kuzum kaç saattir sesleniyorum ,mahalle duydu sen duymadın.
-Minnoşum hoş geldin .Şarkı beni çok uzaklara götürdü.
-Sen burada değilsin ya zaten çok zamandır.
-Hükümsüzüm Minnoşum ,yine çarşı pazar altüst edilmiş.
-Dükkan için birkaç bir şey lazımdı, Ortaköy’de bulamadım epey dolaştım.
-İstanbul Minnoş’a dar.
Teyzemin dünyanın en güçlü kadını olduğunu düşünüyorum. Bir yanı hiç büyümeyen bir çocuk; diğer yanı herkese kol kanat geren anaç varlık. Ama artık eskisi gibi dinamik değil, yaşlanıyor mu ne? İçimi bir korku kaplıyor; ya o da giderse. Çok bencilim galiba .Yalnızlık korkusu bende hep vardı .Ne var sanki İstanbul tüm yalnızları bağrına basar , şefkatini esirgemez. Radyonun sesini açıyorum bir şarkı tutuyorum İstanbul için. Yemek yapsam belki kafam dağılır. Minnoş taze enginar almış zeytinyağlı yapayım ; bir de çoban salata yanına. Annemin tarifine göre yapacağım bu defa. Portakal suyu ile pişecek enginar, küp küp kıyılacak, havuç ve patates ile birlikte. Üstadım Minnoş beğenir umarım. Yemek pişer sıcacık bir mutluluk yayar etrafa, huzur kokar. Peki ya o huzur bir kez gitmeye meyletmişse…

Kıyamet, bir şehir kadar yakın mıydı bize? Teyzemin dediği gibi fırtınaya mı gebeydi bu sessizlik .Düşünmekten bütün gece uyuyamadım. Uykumu alamadığım için başım ağrıdan çatlayacak. Bulutlu ve kasvetli bir hava ki hiç sevmem. Minnoş daha uyanmamış. Radyo açık olmayınca gün başlamış sayılmıyor benim için. Kalktığımda ilk işim o billur sesli emektarın düğmesini çevirmek oluyor. Haberler yine moral  bozucu. “Kıbrıs’ta ipler gergin ,hükümetin konuyla ilgili tavrında bir değişiklik yok.” İçimdeki huzursuzluk daha da artıyor. Boğulacak gibi oluyorum. Kendimi sokağa atıyorum. Figen Abla mahalleye solo konser veriyor yine. Balkona çıkmış, tiz sesiyle sanat müziği söylüyor .Namı değer Akustik Figen .Yıllardır şarkıcı olma hayaliyle yaşıyor. Uzaktan bir akrabası Zeki Müren ‘in yanında çalışıyormuş, kendisini Sanat Güneşi ile tanıştıracağını vaat etmiş. O günün gelmesini bekler durur. İyi kadındır Figen Abla ,mahalledekiler deli olduğunu düşünürler pek de kale almazlar .Ben ise oldukça cesur olduğunu düşünüyorum. Zaman zaman özgüvenine hayran kalmıyor değilim. Hava iyice karardı yağmur başlayacak neredeyse. Minnoş kendini iyi hissetmiyor bugün işler bana kaldı. Terzi Nikolas ‘a uğrayacağım sonra da dükkanı açacağım. Minnoş benim için elbise diktiriyormuş ; istemediğimi defalarca söylememe rağmen. Paskalya Yortusu demek yeni kıyafetler demek onun için. Kapıdan girer girmez yoğun vanilya kokusu sersemletti bir an. Terzi Nikolas her zaman tütsü yakardı, Kötülükleri ve olumsuz enerjiyi uzaklaştırmak için. Sevecen gülümsemesiyle selamladı. Ayak üstü sohbet ettik, havadan sudan, memleketin durumundan. Tedirginlikle karışık bir hüzün vardı bakışlarında  “Yedi tepeli şehrin yedi tepesinde yedi milyon tütsü yaksam kovar mı üzerimizdeki felaket bulutlarını” demek istiyordu aslında ama susuyordu. Zikretmiyordu düşündüklerini. Dalgınlığında sıyrıldıktan sonra:
-Murat’tan haber var mı ?
Nicedir onu bana kimse sormuyordur; afalladım birden. Ne diye hatırlatırlar ki. Artık bu durumla yüzleşmek daha doğruydu belki de .Gerçekler  dillendirilmediği zaman değişmeyeceğine göre; ayrıca ben aşkla yanacak biri değilim.
-Hayır hiçbir haber yok.
Sorduğu sorunun cevabını biliyordu zaten. Yol ayrımına girilmişti bir kere geride kalanın yoluna devam etmesi en iyisiydi. Minnoş ‘un benim için diktirdiği koyu yeşil , bisiklet yaka bir elbiseydi. İki dakikada prova aldık ,birkaç rötuştan sonra hazırdı. Çok beğendimi söyleyemem biraz modası geçmiş bir modeldi. Zaten çok da önemi yok. Elbise hoşuma gitse de moralimi düzeltmeye yetmeyecekti.
-Merak etme Sofiamu Paskalya ‘ya yetiştireceğim.
-Sağolasın Nikolas Amca kolay gelsin.
-Ne demek Sofiamu ,Madam Eleni’ ye selamlar.
Dışarısı buz gibi olmuş ,yağmur da çiseliyor. Beynimi kemiren düşünceler ;peki ya  İstanbul ile yolları ayrılanlar yollarına devam edebilir miydi? Kısa bir inzivadan sonra nihayet bujiterime geri döndüm. Özlemişim bir yere ait olmayı. Sedef, yakut, inci, zümrüt, safir hepsi birer ruh taşır, farklı öyküleri vardır. Uzak diyarlardan büyülü şehre sürgün her biri .Farklı bedenlerin uzuvlarında bambaşka kimlikler kazanırlar. Takılar bedenlerde kimlik kazanırlar insanlar ise doğdukları şehirde. İstanbullu Rumlar gibi. Peki ya aşkın ait olduğu bir yer var mıdır ; araf'tadır belki de ya da en kutsal olandır inanmak gibi Tanrı’ya. Kendimi bildim bileli vardı onun aşkı .Çocukluktan beri seviyorduk birbirimizi Murat ‘la. Hoş görülmeyen ,karşı çıkılan aşıklardık. Ailesinin tavrını biliyordum ;kabullenmiştim de. Onun  bunları umursamadığı sanıyordum Pişmanlık ya da korku görmemiştim hiç gözlerinde. Sonra gitti, tek bir kelime etmeden. Hiç var olmamış gibi, hiç var olmamışız gibi. O gün sinemaya gittiğimizde onu son görüşüm olduğunu bilmiyordum. “Çıplak Ayaklı Kontes” izlediğimiz son filmdi. Filmdeki Humphrey Bogart kadar cesur bir aşıktı o gün. Ava Gardner ‘in  büyüleyici flamenkosu; dans ederken dünyaya meydan okuyan kadın. Ben neden güçlü bir kadın olamıyorum. Geçmiş in canımı yakmasına izin verdim yine .Dünden kalma gazeteler  geçiyor elime .Manşetleri atlıyorum son sayfaları okuyorum. Sophia  Loren ‘in oyunculuktaki başarısının yanı sıra  çok iyi bir aşçı olduğunda bahsediyor, İtalyan Mutfağı’nın tüm yemeklerini biliyormuş. Magazin haberleri de sarmadı. Neyse ki Sakis geldi çay getirmek için sıkıntıdan patlamak üzereydim. Sakis, Pastacı Vasilis ‘in torunuydu. .Bazen yeşil bazen mavi olan gözleriyle minik bir kedi kadar sevimli on yaşında bir çocuktu .Çayı tezgahın üzerine bıraktı ,yüzüme bakmaktan çekiniyordu. Bir şey söyleyecek gibi oluyor sonra vazgeçiyordu. Sorunun ne olduğunu biliyorum. Küçük arkadaşım bana bir mektup yazmış, aşkını ilan etmişti. Bir süre yanıma gelmedi. Bir çocuğun aşkı kadar temiz ne vardı ki dünyada.
-Küs müyüz Sakis?
Sıkıntıdan kazağının kollarını çekiştirip duruyordu. Başını kaldırdı yüzüme baktı sonra yine gözlerini kaçırdı.
-Hayır küsmedim .Peki sen kızdın mı bana?
-Hayır kuzum, senin gibi tatlı bir arkadaşa kızabilir miyim ben.
Bunu duymak hoşuna gitmişti. Duruşuna cesaret gelmişti ,omuzlarını dikleştirdi. Yüzüme bakabiliyordu artık .Kendinden emin bir tavırla konuşmaya başladı:
-Önümüzdeki Nevruz’da Balat ‘ a birlikte gidelim mi? To Fota adına  bu defa denize ben atlayacağım senin için yapacağım bir de haç için.
Çocuklar ne kadar gözü kara varlıklar. Hiç değişme çocuk hep böyle kal .Ya da en iyisi sen hiç büyüme. dünyanın gerçekliği seni de kirletmesin.

Hava yağmurlu olduğundan birkaç müşteri dışında dükkana gelen giden olmadı bugün. Eve gitmeyi düşünürken Figen Abla geldi. ,Platin sarısı saçları,  kıpkırmızı elbisesi ve aynı renk ruju ile bir oyuncak bebek kadar naifti. Mevsimi olmadığı halde son moda kürkü omuzlarının üzerindeydi .Bir yapımcıyla flört etmeye başladığını anlattı. Birlikte Paris’e gidecekler döndüklerinde ise plak için çalışmalara başlayacaklarmış. Sen de durumlar nasıl der gibi baktı bir süre.
-Vazgeçtin mi?
Neyi kastediyordu, kimden vazgeçecektim? Bu ayrılığın yolunu ben çizmemiştim ki. Ortada ne vazgeçilecek bir aşk vardı ne de bir sevgili. Anlamamış gibi yaptım tekrar sormadı. Midye kabuklarından yapılmış bir kolyeye takıldı gözleri. Eski bir fotoğrafta anılarına rastlamış gibi uzun uzun baktı kolyeye. Bir şey söylemeden çıkıp gitti.

İstanbulluların içlerindeki tedirginlik ve korku 1955 yılının yaz sonuna gelindiğinde hat safhaya ulaşmıştı. Gözlerden okunan ama kimsenin söylemeye cesaret edemedikleri yavaş yavaş dile dökülüyordu .Rumların artık İstanbul’da istenmediği konuşuluyordu. Kimdi istenmeyen? Yıllardır birlikte huzur içinde yaşadıkları komşuları mı, sırlarını, ilk aşklarını paylaştıkları dostları  mı hem Paskalya ‘yı hem Kurban Bayramı’nı birlikte kutlayan çocuklar mı? Birbirlerine öteki oluşun nedeni neydi. Eylül ayına gelindiğinde Kıbrıs’tan gelen haberlerin de etkisiyle İstanbul’da nefret ve kin kendini göstermeye başlamıştı. Rumların yaşadığı semtler savaş alanına dönmüştü .Rum esnafların dükkanları yağmalanıyor, nefret dolu davranışlara maruz kalıyorlardı. Büyülü şehri geçmişi yiyen bir canavar kuşatmıştı. Doğduğum şehrin sokaklarındayım. Her yanım enkaz korku filmi platosu gibi her sokak. Hangisi benim dükkanım ayırt edemiyorum. Sanırım şuurumu yitirdim. Gözlerinden ateş fışkıran insanlar saldırıyor. Şokun etkisiyle hayal görüyorum galiba; o insanlardan biri de o. Hayır bu olamaz , mümkün değil. Görüntüler kayboluyor, sesler birbirine karışıyor.
Gözlerimi açtığımda yaşananların bir rüya olmasını o kadar istemiştim ki. Bayılmışım, mahalle bakkalı Hasım amca kurtarmış beni o savaş alanından.
-Murat oradaydı ,o insanların arasındaydı nefret doluydu bakışları.
Sustu Hasım amca .Keder insanın dilini bağlıyordu. Yan dükkanda bir gürültü koptu, Pastacı Vasilis ‘in dükkanıydı Oraya gittiğimiz de her şey bitmişti. Vasilis’in cansız bedeni yerdeydi. Her yana saçılan pastalar çamur gibi yapışıyordu ayaklara .Bir çocuk sesi duyuldu .Eski bir sandığa sığınmış Sakis’ti bu. Sığınağından çıktığında gözlerinde garip bir mutluluk vardı. Hem ölümün farkında hem de değildi .Her yana ölüm bulaşmışken hayatta kalabilmenin mutluluğuydu bu , çocuksan bir de en cesursun.
-Seni kurtarmaya gelemedim Sofia ,affet beni. Ama senin için dua ettim.
Kırmızı bir eylül ,bu ayda ölmek İstanbul’da. Gitmelere aşina bu şehir eylül ayında..
  














Hiç yorum yok:

Yorum Gönder