ŞEHİR
Nicedir hapsolduğum kendi
sesimi dinlediğim bir girdaptın sen. Kimse tarafından anlaşılmadığını
düşünürsün bazen en kalabalık yalnızlıklarda yaşarken. Derdini suya anlat akıp
gitsin derler ya ben de senin maviliğine döktüm içimi sessiz bir serzenişle. İstanbul,
sen büyülü bir şehirsin. Öyle bir auro var ki sende bir saniyede bin asrın
yaşanmışlığını sunarsın, tekrar tekrar yaşatırsın aynı sahneleri farklı
bedenlerde. Evrenin en devasa saati senin kalbine saklanmış bir gün ola dursa o
saat hayat da duracak zaman da uzam da…Kıskanılası bir dostsun sen; bütün
şairler sana aşık.
Günlerdir bir türlü
başlayamıyorum yazmaya sözcüklere küsmüş bir şair gibiyim, bir fikir kırıntısı
umuduyla yaratmanın vuslatına ermeyi bekliyorum. İstanbul aşkı bile iyi
gelmiyor bu ararlar bana. Sözcüklerle dans ettiğim zamanları özlüyorum. Elime
fotoğraf makinamı alıp sokak sokak dolaştım bir dünya fotoğraf çektim. Odam
insan temalı fotoğraf sergisine döndü .Birbirinden farklı yüzlerle karşı
karşıyayım .Hikayelerini dinledim, duygularını okudum gözlerinden .Bir ara
pencereyi açtım, gökyüzüne baktım .Parlak bir yıldıza emanet ettiğim
çocukluğumu çağırdım. Gözlerimi kapattım onu dinledim bir süre. Büyülü şehirde
sabah olmak üzereydi, bir şeyler karaladım, yazdım ,beğenmedim yine yazdım.
Büyülü şehir şimdi eteğindeki taşları dök bakalım .Asırlardır biriktirdiğin
yaşanmışlıkların , yaraların, acıların var. Görkemli maviliğe fısıldanmış
sırların…Eskiden yani büyümenin gerçekliği ile tanışmamışken hayal ettiklerimi
yazar , onları denizlere bırakıp başka diyarlara göndermeyi isterdim. Ama deniz
bulamaz bulduğumda da hayallerimden vazgeçmiş olurdum. Bir şişenin içine
saklanmış günü geçmiş hayaller olarak kalırlardı. Belki bir yerlerde denizlere
bırakılmış mektupları olanlar vardır. Bir gün kıyıya vurmuş mektuplara
rastlamak dileğiyle derin bir uykuya daldım. Sabah kalktığımda bir öyküye
başlamak için açık bıraktığım bilgisayarın başına geçtim. Uzun zamandır e-
postalarımı kontrol etmediğimi hatırladım. Bir arkadaşımdan gelen bir e-posta :
1950 ‘li yılların Rumları ‘nın yani İstanbullu Rumlar’ın öyküsü .Birilerinin
İstanbul’ a bıraktığı öykülerden biri kıyıma vurmuştu şişenin içinde değildi
ama deniz ve İstanbul kokuyordu.
Sofia , Nisan/1955
Bugün tam otuz gün olmuş. Oysa
günleri saymaktan hiç hoşlanmazdım. İnsanın ahir ömrünün nadide günlerinin
bitmesini istemesi çok anlamsız. Beklemek huzuru kaçırıyor Neşesiz, içine
kapanık, huysuz biri oldum. Teyzem ,kadıncağız bu halime çok üzülüyor. “Kendini
dinlemekten yaklaşmakta olan fırtınadan bihabersin”diyordu. Bir haftadır
dükkanı açmadım, dışarıya da çıkmadım bugün .Kendimi dinlemediğim zamanlarda
radyo dinliyorum. Yine o şarkı çalıyor “Let Me Go Lover”.
-Yaşıyor musun kuzum kaç
saattir sesleniyorum ,mahalle duydu sen duymadın.
-Minnoşum hoş geldin .Şarkı
beni çok uzaklara götürdü.
-Sen burada değilsin ya zaten
çok zamandır.
-Hükümsüzüm Minnoşum ,yine
çarşı pazar altüst edilmiş.
-Dükkan için birkaç bir şey
lazımdı, Ortaköy’de bulamadım epey dolaştım.
-İstanbul Minnoş’a dar.
Teyzemin dünyanın en güçlü kadını
olduğunu düşünüyorum. Bir yanı hiç büyümeyen bir çocuk; diğer yanı herkese kol
kanat geren anaç varlık. Ama artık eskisi gibi dinamik değil, yaşlanıyor mu ne?
İçimi bir korku kaplıyor; ya o da giderse. Çok bencilim galiba .Yalnızlık
korkusu bende hep vardı .Ne var sanki İstanbul tüm yalnızları bağrına basar ,
şefkatini esirgemez. Radyonun sesini açıyorum bir şarkı tutuyorum İstanbul
için. Yemek yapsam belki kafam dağılır. Minnoş taze enginar almış zeytinyağlı
yapayım ; bir de çoban salata yanına. Annemin tarifine göre yapacağım bu defa.
Portakal suyu ile pişecek enginar, küp küp kıyılacak, havuç ve patates ile
birlikte. Üstadım Minnoş beğenir umarım. Yemek pişer sıcacık bir mutluluk yayar
etrafa, huzur kokar. Peki ya o huzur bir kez gitmeye meyletmişse…
Kıyamet, bir şehir kadar yakın
mıydı bize? Teyzemin dediği gibi fırtınaya mı gebeydi bu sessizlik .Düşünmekten
bütün gece uyuyamadım. Uykumu alamadığım için başım ağrıdan çatlayacak. Bulutlu
ve kasvetli bir hava ki hiç sevmem. Minnoş daha uyanmamış. Radyo açık olmayınca
gün başlamış sayılmıyor benim için. Kalktığımda ilk işim o billur sesli
emektarın düğmesini çevirmek oluyor. Haberler yine moral bozucu. “Kıbrıs’ta ipler gergin ,hükümetin
konuyla ilgili tavrında bir değişiklik yok.” İçimdeki huzursuzluk daha da
artıyor. Boğulacak gibi oluyorum. Kendimi sokağa atıyorum. Figen Abla mahalleye
solo konser veriyor yine. Balkona çıkmış, tiz sesiyle sanat müziği söylüyor
.Namı değer Akustik Figen .Yıllardır şarkıcı olma hayaliyle yaşıyor. Uzaktan
bir akrabası Zeki Müren ‘in yanında çalışıyormuş, kendisini Sanat Güneşi ile
tanıştıracağını vaat etmiş. O günün gelmesini bekler durur. İyi kadındır Figen
Abla ,mahalledekiler deli olduğunu düşünürler pek de kale almazlar .Ben ise
oldukça cesur olduğunu düşünüyorum. Zaman zaman özgüvenine hayran kalmıyor
değilim. Hava iyice karardı yağmur başlayacak neredeyse. Minnoş kendini iyi
hissetmiyor bugün işler bana kaldı. Terzi Nikolas ‘a uğrayacağım sonra da
dükkanı açacağım. Minnoş benim için elbise diktiriyormuş ; istemediğimi
defalarca söylememe rağmen. Paskalya Yortusu demek yeni kıyafetler demek onun
için. Kapıdan girer girmez yoğun vanilya kokusu sersemletti bir an. Terzi
Nikolas her zaman tütsü yakardı, Kötülükleri ve olumsuz enerjiyi uzaklaştırmak
için. Sevecen gülümsemesiyle selamladı. Ayak üstü sohbet ettik, havadan sudan,
memleketin durumundan. Tedirginlikle karışık bir hüzün vardı bakışlarında “Yedi tepeli şehrin yedi tepesinde yedi
milyon tütsü yaksam kovar mı üzerimizdeki felaket bulutlarını” demek istiyordu
aslında ama susuyordu. Zikretmiyordu düşündüklerini. Dalgınlığında sıyrıldıktan
sonra:
-Murat’tan haber var mı ?
Nicedir onu bana kimse
sormuyordur; afalladım birden. Ne diye hatırlatırlar ki. Artık bu durumla
yüzleşmek daha doğruydu belki de .Gerçekler
dillendirilmediği zaman değişmeyeceğine göre; ayrıca ben aşkla yanacak
biri değilim.
-Hayır hiçbir haber yok.
Sorduğu sorunun cevabını
biliyordu zaten. Yol ayrımına girilmişti bir kere geride kalanın yoluna devam
etmesi en iyisiydi. Minnoş ‘un benim için diktirdiği koyu yeşil , bisiklet yaka
bir elbiseydi. İki dakikada prova aldık ,birkaç rötuştan sonra hazırdı. Çok
beğendimi söyleyemem biraz modası geçmiş bir modeldi. Zaten çok da önemi yok.
Elbise hoşuma gitse de moralimi düzeltmeye yetmeyecekti.
-Merak etme Sofiamu Paskalya
‘ya yetiştireceğim.
-Sağolasın Nikolas Amca kolay
gelsin.
-Ne demek Sofiamu ,Madam Eleni’
ye selamlar.
Dışarısı buz gibi olmuş ,yağmur
da çiseliyor. Beynimi kemiren düşünceler ;peki ya İstanbul ile yolları ayrılanlar yollarına
devam edebilir miydi? Kısa bir inzivadan sonra nihayet bujiterime geri döndüm.
Özlemişim bir yere ait olmayı. Sedef, yakut, inci, zümrüt, safir hepsi birer
ruh taşır, farklı öyküleri vardır. Uzak diyarlardan büyülü şehre sürgün her
biri .Farklı bedenlerin uzuvlarında bambaşka kimlikler kazanırlar. Takılar
bedenlerde kimlik kazanırlar insanlar ise doğdukları şehirde. İstanbullu Rumlar
gibi. Peki ya aşkın ait olduğu bir yer var mıdır ; araf'tadır belki de ya da en
kutsal olandır inanmak gibi Tanrı’ya. Kendimi bildim bileli vardı onun aşkı
.Çocukluktan beri seviyorduk birbirimizi Murat ‘la. Hoş görülmeyen ,karşı
çıkılan aşıklardık. Ailesinin tavrını biliyordum ;kabullenmiştim de. Onun bunları umursamadığı sanıyordum Pişmanlık ya
da korku görmemiştim hiç gözlerinde. Sonra gitti, tek bir kelime etmeden. Hiç
var olmamış gibi, hiç var olmamışız gibi. O gün sinemaya gittiğimizde onu son
görüşüm olduğunu bilmiyordum. “Çıplak Ayaklı Kontes” izlediğimiz son filmdi.
Filmdeki Humphrey Bogart kadar cesur bir aşıktı o gün. Ava Gardner ‘in büyüleyici flamenkosu; dans ederken dünyaya
meydan okuyan kadın. Ben neden güçlü bir kadın olamıyorum. Geçmiş in canımı
yakmasına izin verdim yine .Dünden kalma gazeteler geçiyor elime .Manşetleri atlıyorum son
sayfaları okuyorum. Sophia Loren ‘in oyunculuktaki
başarısının yanı sıra çok iyi bir aşçı
olduğunda bahsediyor, İtalyan Mutfağı’nın tüm yemeklerini biliyormuş. Magazin
haberleri de sarmadı. Neyse ki Sakis geldi çay getirmek için sıkıntıdan
patlamak üzereydim. Sakis, Pastacı Vasilis ‘in torunuydu. .Bazen yeşil bazen
mavi olan gözleriyle minik bir kedi kadar sevimli on yaşında bir çocuktu .Çayı
tezgahın üzerine bıraktı ,yüzüme bakmaktan çekiniyordu. Bir şey söyleyecek gibi
oluyor sonra vazgeçiyordu. Sorunun ne olduğunu biliyorum. Küçük arkadaşım bana
bir mektup yazmış, aşkını ilan etmişti. Bir süre yanıma gelmedi. Bir çocuğun
aşkı kadar temiz ne vardı ki dünyada.
-Küs müyüz Sakis?
Sıkıntıdan kazağının kollarını
çekiştirip duruyordu. Başını kaldırdı yüzüme baktı sonra yine
gözlerini kaçırdı.
-Hayır küsmedim .Peki sen
kızdın mı bana?
-Hayır kuzum, senin gibi tatlı
bir arkadaşa kızabilir miyim ben.
Bunu duymak hoşuna gitmişti.
Duruşuna cesaret gelmişti ,omuzlarını dikleştirdi. Yüzüme bakabiliyordu artık
.Kendinden emin bir tavırla konuşmaya başladı:
-Önümüzdeki Nevruz’da Balat ‘ a
birlikte gidelim mi? To Fota adına bu
defa denize ben atlayacağım senin için yapacağım bir de haç için.
Çocuklar ne kadar gözü kara
varlıklar. Hiç değişme çocuk hep böyle kal .Ya da en iyisi sen hiç büyüme.
dünyanın gerçekliği seni de kirletmesin.
Hava yağmurlu olduğundan birkaç
müşteri dışında dükkana gelen giden olmadı bugün. Eve gitmeyi düşünürken Figen Abla
geldi. ,Platin sarısı saçları,
kıpkırmızı elbisesi ve aynı renk ruju ile bir oyuncak bebek kadar
naifti. Mevsimi olmadığı halde son moda kürkü omuzlarının üzerindeydi .Bir
yapımcıyla flört etmeye başladığını anlattı. Birlikte Paris’e gidecekler döndüklerinde
ise plak için çalışmalara başlayacaklarmış. Sen de durumlar nasıl der gibi
baktı bir süre.
-Vazgeçtin mi?
Neyi kastediyordu, kimden
vazgeçecektim? Bu ayrılığın yolunu ben çizmemiştim ki. Ortada ne vazgeçilecek
bir aşk vardı ne de bir sevgili. Anlamamış gibi yaptım tekrar sormadı. Midye
kabuklarından yapılmış bir kolyeye takıldı gözleri. Eski bir fotoğrafta
anılarına rastlamış gibi uzun uzun baktı kolyeye. Bir şey söylemeden çıkıp
gitti.
İstanbulluların içlerindeki
tedirginlik ve korku 1955 yılının yaz sonuna gelindiğinde hat safhaya
ulaşmıştı. Gözlerden okunan ama kimsenin söylemeye cesaret edemedikleri yavaş
yavaş dile dökülüyordu .Rumların artık İstanbul’da istenmediği konuşuluyordu.
Kimdi istenmeyen? Yıllardır birlikte huzur içinde yaşadıkları komşuları mı,
sırlarını, ilk aşklarını paylaştıkları dostları
mı hem Paskalya ‘yı hem Kurban Bayramı’nı birlikte kutlayan çocuklar mı?
Birbirlerine öteki oluşun nedeni neydi. Eylül ayına gelindiğinde Kıbrıs’tan
gelen haberlerin de etkisiyle İstanbul’da nefret ve kin kendini göstermeye
başlamıştı. Rumların yaşadığı semtler savaş alanına dönmüştü .Rum esnafların
dükkanları yağmalanıyor, nefret dolu davranışlara maruz kalıyorlardı. Büyülü
şehri geçmişi yiyen bir canavar kuşatmıştı. Doğduğum şehrin sokaklarındayım.
Her yanım enkaz korku filmi platosu gibi her sokak. Hangisi benim dükkanım
ayırt edemiyorum. Sanırım şuurumu yitirdim. Gözlerinden ateş fışkıran insanlar
saldırıyor. Şokun etkisiyle hayal görüyorum galiba; o insanlardan biri de o.
Hayır bu olamaz , mümkün değil. Görüntüler kayboluyor, sesler birbirine
karışıyor.
Gözlerimi açtığımda
yaşananların bir rüya olmasını o kadar istemiştim ki. Bayılmışım, mahalle
bakkalı Hasım amca kurtarmış beni o savaş alanından.
-Murat oradaydı ,o insanların
arasındaydı nefret doluydu bakışları.
Sustu Hasım amca .Keder insanın
dilini bağlıyordu. Yan dükkanda bir gürültü koptu, Pastacı Vasilis ‘in
dükkanıydı Oraya gittiğimiz de her şey bitmişti. Vasilis’in cansız bedeni
yerdeydi. Her yana saçılan pastalar çamur gibi yapışıyordu ayaklara .Bir çocuk
sesi duyuldu .Eski bir sandığa sığınmış Sakis’ti bu. Sığınağından çıktığında
gözlerinde garip bir mutluluk vardı. Hem ölümün farkında hem de değildi .Her
yana ölüm bulaşmışken hayatta kalabilmenin mutluluğuydu bu , çocuksan bir de en
cesursun.
-Seni kurtarmaya gelemedim
Sofia ,affet beni. Ama senin için dua ettim.
Kırmızı bir eylül ,bu ayda
ölmek İstanbul’da. Gitmelere aşina bu şehir eylül ayında..
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder