Pusulası yoktur göçebelerin .Yersiz yurtsuz olmak
yönsüz olmaktır. Bir bedel miydi; bir nedeni var mıydı? Bir büyük tufan
gerekliydi. Ait olmanın tüm izlerini silen bir tufan. Bir isme bile sahip
olmamalıydın. Birilerinin seni ait kıldığı harfler olmamalıydı.
-Adın ne senin?
-………….
Karanlık bir dehlizin ortasına oturtulmuş alçak tavanlı basık bir
oda. Eşyanın karmaşıklığı odada solunan havaya da tesir etmiş. İçinde farklı
renklerde baharat ve kurutulmuş otlar bulunan kavanozlar gelişigüzel sıralanmış. Duvarda eski
bir fil dişi ayna ve gül kurusu
renkli bir Türk halısı. Halının üzerindeki baklava dilimleri odanın karmaşasına
inat özenle işlenmiş. İki köşede birer buhurdanlık ; birinden lavanta kokusu
yayılıyor diğerinden ceviz yağı kokusu. Beni kendime getiren bu keskin
kokulardı. Ne zamandan beri böyle kendimi bilmeden yatıyordum hatırlamıyorum.
Odanın loş ışığı gün mü gece mi olduğunu anlamamı engelliyordu. Zaman kavramını
yitirmiş olmak bir an kendimi özgür hissettirdi. Bu geçici özgürlüğün tadını
çıkarırken tek dinlediğim iç sesimdi. Tiz bir kadın sesi buna son verdi. Adımı
soruyordu, en son ne zaman söylemiştim? Konuşmayalı hayli zaman olmuştu.
Asırlık bir yalnızlığı kusarcasına
döküldü kelimeler ağzımdan.
-Beatrisa
-Nereden gelir nereye gidersin ?
-Kastilya ‘dan …
Nereye gittiğimin cevabını bilmiyordum. Önemi de
yoktu. Yaşamak yollardan ibaret bir serüven değil miydi? Kaleler şehri
Kastilya. Tarihin kanlı tekerrürlerine karşı izole edilmiş mağrur bir duruşun
var. Biz evrenin çocukları ; ülkemiz bizim evimiz. İçsel keşiflerimiz ,
sevdiklerimiz, nefret ettiklerimiz, sınırlarımız, kelimelerimiz, söylediklerimiz,
sustuklarımız…Tüm yitirilenlere rağmen son kalemiz. Bir sabah o sağlam son kale
kumdan yapılmışçasına yerle yeksan oldu. Engizisyonun verdiği kararla Kastilyalılar
evlerinden kovuluyordu. Nedeni ise gerçekte inandıkları ile inandıklarını
söylediklerinin farklı olmasıydı. Rab ‘a kalpten inanmayanlar gazabın en
büyüğüne uğrar demişti büyükannem Babil’i anlatırken. Şimdi biz evimizden
sürgün edilerek mi cezalandırılıyorduk? Tarih bu diasporaları yazar mıydı? Ben ne Tanrı ‘ya yalan
söylemiştim ne de başkalarına. Bizi onların Tanrısına inanmadığımız için mi
istemiyorlar diyordu kardeşim. Evet der gibi bakıyordu büyükannem.
Konuşmuyordu; kelimeleri de anıları gibi ardında bırakıyordu. Adımlar
uzaklaştıkça şehir de küçülüyordu. Devasa yapılar kum taneleri gibi
dağılıyordu. Benim kutsal toprağım , yıkılmaz kalem şimdi eski , küçük bir
sandığa dönüşmüştü. İçine anıları ve ya-şan-ma-mış-lık-la-rı koyup gidiyordum.
Eski eşyalar ve fotoğraflarla birlikte tavan arasına bırakılan öteki sandıklar
gibi. Artık ötekiydi şehir.
İber yarımadası 'nda yönünü bilmeyen bir kafile gece
gündüz gidiyordu. Akdeniz ‘in sarı sıcağı bedenleri kavuruyor, ara ara esen
samyeli ter ve tezek kokusunu peşinden sürüklüyordu. Açlıktan ve sıcaktan
sütleri kesilen anneler kırk günü doldurmamış bebeklerini susturamıyor, adım
atmaya takati kalmayan yaşlı bedenlerin feryadı dinmiyordu. İsminin Gabriel
olduğunu söyleyen bir meczup arp çalıyor, bir yandan da dünyaya lanet eden
şiirler okuyordu. Bir anda sinirleniyor heybesinden çıkardığı İncil ‘in
sayfalarını yırtıyor, çıra ile tutuşturuyordu. Bu yolculuk bu şekilde on gün
kadar sürdü. Açlık baş göstermişti .Atlar yorgun düştükleri için
hastalanıyordu. Bu çaresizlik içerisinde debelenirken Tunus yakınlarına
geldiğimizde saldırıya uğradık .Eşyaları ve atları gasp ettiler .Bununla
yetinmeyip çocukları ve kadınları gözlerine kestirdiler. İtiraz eden olursa
kılıçtan geçireceklerini söylediler. Beni ve kardeşimi de sürükleyerek
götürdüler. Büyükannem çaresizce
çırpınıyordu arkamızdan bakarken. Kadın ve çocuklardan oluşan elli kişiyi
kaçırmışlardı. Bizi bir yük gemisine bindirdiler. Gemideki adamlardan biri çete
reisine geminin Konstantiniye’den demir
aldığını söyledi. Bundan önceki seferde Konstantiniye ‘den getirdiği Rum cariyeleri
İskenderiye’de nasıl sattığını ballandıra ballandıra anlatıyordu. Konuştukça
sürmeli siyah gözlerinden ateş çıkıyordu. Bu haliyle Doğu masallarındaki
haramileri andırıyordu. Şarap dolu fıçılardan birinin kapağını tekme vurarak
açtı, elindeki toprak kabı içine daldırdı. Doldurduğu şarabın yarısını döke
saça içti. Esir kızlardan birinin yanına oturdu. Kıza kısık sesle bir şeyler
söylüyor, şarap içmesi için kızı zorluyordu. Zavallı kız korkudan titriyordu.
Esirlerin çoğu uyumuştu. Gözlerim daha fazla dayanamadı ve uykuya teslim oldu.
Sabaha karşı İskenderiye’deydik. Uyku sersemliği ile neler olduğunu anlamadım
önce. Gemideki esir sayısı azalmıştı. Kardeşimin yanımda olmadığını fark ettim. . Esirlerin
bir kısmı sal ile gemiden alınarak başka bir yere götürülmüştü. Kardeşim de bu
esirlerle birlikte götürülmüş olmalıydı. Büyükannemden sonra kardeşimle de
ayrıldı yollarımız. Hayattaki tek yakınım
da koparılmıştı benden. Artık yapayalnızdım. Gemide kalanlar satılmak için esir
pazarına götürülecekti. Güvertede bizi sıraya dizdiler; ellerimiz
zincirleyeceklerdi. O sırada kızlardan biri sinir krizi geçirdi. Kendini yere
atıyor, saçlarını yoluyordu. Başımızda bekleyen adam da dahil herkes kızı
sakinleştirmeye çalışıyordu. Bu hengameden faydalanarak oradan kaçmayı
başarmıştım. Koştum. Rüzgarla yarışırcasına koştum. Ciğerlerim parçalansa
durmaya niyetim yoktu. Labirent gibi karmaşık bir sokağa geldiğimde nefesim
kesildi. Kulaklarımda uğultular sonra karanlık…
Uyandığımda hala yaşıyor olmama sevinmem gerekirdi.
Benim hissettiğim sevinmekten çok şaşkınlıktı. Bu oda, eşyalar, kokular,
boşluk… Efşan anlattıkça boşluklar biraz olsun tamamlanıyordu. Ses tonu ne
kadar naifse bakışları da o denli keskin ve sertti. Öykümü dinlerken zümrüt
yeşili gözleri ıslanıyordu mağrurluğunu kaybetmeden. Tanrı iki zümrüt taşını
özenle işlemiş göz bebeklerine yerleştirmişti.
-Kırk kapalı bir handır dünya .Her kapı ayrı bir
yola açılır. Senin yolların uzun arz – ı alemde.
Efşan haklıydı belki de mutluluğun ait olmamakta
olduğuna inanmıştım her zaman. İskenderiye Güneş ‘in şehriydi. Kastilya’da iken
güneşin insanlarının öyküsünü dinlemiştim. Ellerinde cam fanuslarla güneş ışığı
topladıklarını hayal etmiştim. Burada pencereyi açtığında güneşi avuçlarının
arasında hissediyorsun. Ve bu his gecenin kabuslarının ayazını yok ediyor.
Günlerim Efşanla birlikte ot toplayarak ,pamuk tarlalarında dolaşarak
geçiyordu. Otların her birinin nelere iyi geldiğini , büyüdeki anlamlarını
öğreniyordum. Buraya alışmaktan ve ait olmaktan korkuyordum. Bu korku dehlizlerinin
med cezirlerinde altı ay geçmişti. Efşan ‘ın evine dünyanın her yerinden
insanlar geliyordu; geleceklerini görmek için. Tüccarlar, alimler, köylüler,
denizciler… Belki de Efşan ‘ın söyledikleri değil de bu evin egzotik havasıydı
onlara iyi gelen. Her misafir bir hatıra bırakıyordu ayrılırken. Portekiz
incileri, Hint kumaşları, Sakız Adası ‘nın zeytin yağ şişeleri, Frenk
parfümleri, Türk halıları, Venedik şapkaları, el yazması tefsirler, Meryem Ana
ikonları. .Efşan ‘ın misafirlerinden biri Riccardo adında Venedikli bir
ressamdı. Efşan için özel biriydi o.
Karşılaşmaları bir tesadüftü , diğerlerinden farklı olması bundandı belki de
.Efşan , Riccardo ‘nun öyküsünün benimkine benzediğini söylüyordu. Riccardo ünlü
bir ressammış . Konstantiniye ‘de de bilinirmiş. Saraya davet edilmiş;
hükümdarların tasvirini yapacakmış.
-Riccardo iyi birine benziyor ama tuhaf biraz.
-İyi biridir. Sen falı ne sanırsın? Fal bakmak ruhu
okumaktır. Bakışların derinliklerindedir iyilik ve kötülük.
Riccardo giderken yaptığı resimleri bırakmıştı
hatıra olarak. Gittiği yerlerdeki insanları resmetmişti. Resimlerini incelemek
farklı ülkelere yolculuk etmek gibiydi. Egzotik bir aurası vardı çizdiklerinin.
O egzotik resim tasvirlerinden birinde bana ait bir şey vardı. Görünce donup
kaldım. Evet oydu , benzerlik falan değildi. Efşan telaşlandı .Ne olduğunu
anlamaya çalışıyordu. Yanıma geldi, omuzlarımdan tutup sarstı.
-Ne oldu Beatrisa
-Carmen. Kardeşim.
Artık Güneş’in şehrinde gözlerimi güneşe kapatarak
günleri sayıyordum. Kırılıp dökülsün zaman, paramparça olsun günler haftalar.
Tek istediğim Riccardo ‘nun buraya tekrar gelmesiydi. Efşan belki de hiç
gelmeyeceğini söylüyor ama ben buna inanmak istemiyordum. Mutlaka gelmeliydi.
Her gelene Riccardo ‘yu tanıyıp tanımadığını soruyordum. Efşan bu halime
üzülüyor olacak ki o da sorup
soruşturuyor; iz sürüyordu. Venedik’ten gelen bir keşiş Riccardo’yu tanıdığını
ama şu anda nerede olduğunu bilmediğini söyledi. Giderken bana bir Meryem Ana
ikonu bıraktı ve bol bol dua etmemi söyledi. Bütün gün ikonun karşısında oturuyor boş gözlerle
ona bakıyordum .Sanki bana kardeşimin nerede olduğunu söyleyecekmiş gibi. Efşan
aklımı kaçırdığımı düşünüyordu.
- Senin halin hiç iyi değil.
- Meryem Ana ‘ya dua eder misin?
- Dua Yaradan ‘a edilir.
- Büyükannem Meryem Ana ikonlarını hiç sevmezdi.
Baktıkça İsa ‘nın acısını duyuyorum derdi.
Başka bir dilde dua ederdi. Senin konuştuğun dilde.
Bana senin dilini nereden bildiğimi sormadın hiç. Büyükannem genelde kendi
kendine konuşurdu.
- Bütün kadınlar en çok kendisiyle konuşur.
Kelimelerde gizlenir kadın.
Yalnızdı kadın bu yüzden en çok kendi içine yolculuk
ederdi. Çok bilse , çok söylese yakışı kalmazdı. Günahkardı kadın insanoğlunun
gözünde. İsa ‘yı çarmıha gerdiren Meryem ‘in günahı gibi. Cennetten kovulan
kadın, Pandora’nın kutusundan dünyaya kötülük yayan kadın. Her daim günaha
sebep olan kadın. Saatlerdir aynı noktaya bakıyor, kafamın içindeki çığlıkları
dinliyordum. Efşan , elinde bir tabak dumanı üstünde irmik helvası ve
fokurdayan çaydanlıkla yanıma geldi.
- Melisa ve misk kaynattım. Rahatlatır, ruha huzur
verir.
Tanrı’nın kadına bahşettiği anaçlık ve merhamet
duygusu dünyayı kötülüklerden kurtarabilirdi.
.......................................................................................................................................................
Güneş ‘in şehri eritti zamanı , mevsimler aktı
gitti. Bir şeyin gerçek olması için ondan ümidi kesmek gerekiyordu. Riccardo
gelmişti.
- Bu resmini yaptığın kız nerede yaşar?
- Konstantiniye ‘de. Madam Eleni ‘nin yanında dans
eder.
Efşan ‘ın dudaklarında buruk bir gülümseme vardı:
- Sana söylemiştim senin ruhun göçebe .
Ayrılık vaktiydi. Oysa çok alışmıştık birbirimize .
Riccardo:
- Konstantiniye, bencil bir aşkla bağlar insanı. Ait
olmayı sevmeyenlere iyi gelmez.
Varsın öyle olsun. Aşka meyillidir kadın. Bağlanmak
için bir neden bulur her gittiği yerde.