28 Ekim 2014 Salı

ÖTEKİ ŞEHRİN DİASPORASI

Pusulası yoktur göçebelerin .Yersiz yurtsuz olmak yönsüz olmaktır. Bir bedel miydi; bir nedeni var mıydı? Bir büyük tufan gerekliydi. Ait olmanın tüm izlerini silen bir tufan. Bir isme bile sahip olmamalıydın. Birilerinin seni ait kıldığı harfler olmamalıydı.

-Adın ne senin?
-………….

Karanlık bir dehlizin  ortasına oturtulmuş alçak tavanlı basık bir oda. Eşyanın karmaşıklığı odada solunan havaya da tesir etmiş. İçinde farklı renklerde baharat ve kurutulmuş otlar bulunan kavanozlar gelişigüzel sıralanmış.  Duvarda eski  bir fil dişi  ayna ve gül kurusu renkli bir Türk halısı. Halının üzerindeki baklava dilimleri odanın karmaşasına inat özenle işlenmiş. İki köşede birer buhurdanlık ; birinden lavanta kokusu yayılıyor diğerinden ceviz yağı kokusu. Beni kendime getiren bu keskin kokulardı. Ne zamandan beri böyle kendimi bilmeden yatıyordum hatırlamıyorum. Odanın loş ışığı gün mü gece mi olduğunu anlamamı engelliyordu. Zaman kavramını yitirmiş olmak bir an kendimi özgür hissettirdi. Bu geçici özgürlüğün tadını çıkarırken tek dinlediğim iç sesimdi. Tiz bir kadın sesi buna son verdi. Adımı soruyordu, en son ne zaman söylemiştim? Konuşmayalı hayli zaman olmuştu. Asırlık bir yalnızlığı kusarcasına  döküldü kelimeler ağzımdan.
-Beatrisa
-Nereden gelir nereye gidersin ?
-Kastilya ‘dan …

Nereye gittiğimin cevabını bilmiyordum. Önemi de yoktu. Yaşamak yollardan ibaret bir serüven değil miydi? Kaleler şehri Kastilya. Tarihin kanlı tekerrürlerine karşı izole edilmiş mağrur bir duruşun var. Biz evrenin çocukları ; ülkemiz bizim evimiz. İçsel keşiflerimiz , sevdiklerimiz, nefret ettiklerimiz, sınırlarımız, kelimelerimiz, söylediklerimiz, sustuklarımız…Tüm yitirilenlere rağmen son kalemiz. Bir sabah o sağlam son kale kumdan yapılmışçasına yerle yeksan oldu. Engizisyonun verdiği kararla Kastilyalılar evlerinden kovuluyordu. Nedeni ise gerçekte inandıkları ile inandıklarını söylediklerinin farklı olmasıydı. Rab ‘a kalpten inanmayanlar gazabın en büyüğüne uğrar demişti büyükannem Babil’i anlatırken. Şimdi biz evimizden sürgün edilerek mi cezalandırılıyorduk? Tarih bu  diasporaları yazar mıydı? Ben ne Tanrı ‘ya yalan söylemiştim ne de başkalarına. Bizi onların Tanrısına inanmadığımız için mi istemiyorlar diyordu kardeşim. Evet der gibi bakıyordu büyükannem. Konuşmuyordu; kelimeleri de anıları gibi ardında bırakıyordu. Adımlar uzaklaştıkça şehir de küçülüyordu. Devasa yapılar kum taneleri gibi dağılıyordu. Benim kutsal toprağım , yıkılmaz kalem şimdi eski , küçük bir sandığa dönüşmüştü. İçine anıları ve ya-şan-ma-mış-lık-la-rı koyup gidiyordum. Eski eşyalar ve fotoğraflarla birlikte tavan arasına bırakılan öteki sandıklar gibi. Artık ötekiydi şehir.

İber yarımadası 'nda yönünü bilmeyen bir kafile gece gündüz gidiyordu. Akdeniz ‘in sarı sıcağı bedenleri kavuruyor, ara ara esen samyeli ter ve tezek kokusunu peşinden sürüklüyordu. Açlıktan ve sıcaktan sütleri kesilen anneler kırk günü doldurmamış bebeklerini susturamıyor, adım atmaya takati kalmayan yaşlı bedenlerin feryadı dinmiyordu. İsminin Gabriel olduğunu söyleyen bir meczup arp çalıyor, bir yandan da dünyaya lanet eden şiirler okuyordu. Bir anda sinirleniyor heybesinden çıkardığı İncil ‘in sayfalarını yırtıyor, çıra ile tutuşturuyordu. Bu yolculuk bu şekilde on gün kadar sürdü. Açlık baş göstermişti .Atlar yorgun düştükleri için hastalanıyordu. Bu çaresizlik içerisinde debelenirken Tunus yakınlarına geldiğimizde saldırıya uğradık .Eşyaları ve atları gasp ettiler .Bununla yetinmeyip çocukları ve kadınları gözlerine kestirdiler. İtiraz eden olursa kılıçtan geçireceklerini söylediler. Beni ve kardeşimi de sürükleyerek götürdüler. Büyükannem  çaresizce çırpınıyordu arkamızdan bakarken. Kadın ve çocuklardan oluşan elli kişiyi kaçırmışlardı. Bizi bir yük gemisine bindirdiler. Gemideki adamlardan biri çete reisine geminin Konstantiniye’den  demir aldığını söyledi. Bundan önceki seferde Konstantiniye ‘den getirdiği Rum cariyeleri İskenderiye’de nasıl sattığını ballandıra ballandıra anlatıyordu. Konuştukça sürmeli siyah gözlerinden ateş çıkıyordu. Bu haliyle Doğu masallarındaki haramileri andırıyordu. Şarap dolu fıçılardan birinin kapağını tekme vurarak açtı, elindeki toprak kabı içine daldırdı. Doldurduğu şarabın yarısını döke saça içti. Esir kızlardan birinin yanına oturdu. Kıza kısık sesle bir şeyler söylüyor, şarap içmesi için kızı zorluyordu. Zavallı kız korkudan titriyordu. Esirlerin çoğu uyumuştu. Gözlerim daha fazla dayanamadı ve uykuya teslim oldu. Sabaha karşı İskenderiye’deydik. Uyku sersemliği ile neler olduğunu anlamadım önce. Gemideki esir sayısı azalmıştı. Kardeşimin  yanımda olmadığını fark ettim. . Esirlerin bir kısmı sal ile gemiden alınarak başka bir yere götürülmüştü. Kardeşim de bu esirlerle birlikte götürülmüş olmalıydı. Büyükannemden sonra kardeşimle de ayrıldı yollarımız.  Hayattaki tek yakınım da koparılmıştı benden. Artık yapayalnızdım. Gemide kalanlar satılmak için esir pazarına götürülecekti. Güvertede bizi sıraya dizdiler; ellerimiz zincirleyeceklerdi. O sırada kızlardan biri sinir krizi geçirdi. Kendini yere atıyor, saçlarını yoluyordu. Başımızda bekleyen adam da dahil herkes kızı sakinleştirmeye çalışıyordu. Bu hengameden faydalanarak oradan kaçmayı başarmıştım. Koştum. Rüzgarla yarışırcasına koştum. Ciğerlerim parçalansa durmaya niyetim yoktu. Labirent gibi karmaşık bir sokağa geldiğimde nefesim kesildi. Kulaklarımda uğultular sonra karanlık…

Uyandığımda hala yaşıyor olmama sevinmem gerekirdi. Benim hissettiğim sevinmekten çok şaşkınlıktı. Bu oda, eşyalar, kokular, boşluk… Efşan anlattıkça boşluklar biraz olsun tamamlanıyordu. Ses tonu ne kadar naifse bakışları da o denli keskin ve sertti. Öykümü dinlerken zümrüt yeşili gözleri ıslanıyordu mağrurluğunu kaybetmeden. Tanrı iki zümrüt taşını özenle işlemiş göz bebeklerine yerleştirmişti.
-Kırk kapalı bir handır dünya .Her kapı ayrı bir yola açılır. Senin yolların uzun arz – ı alemde.

Efşan haklıydı belki de mutluluğun ait olmamakta olduğuna inanmıştım her zaman. İskenderiye Güneş ‘in şehriydi. Kastilya’da iken güneşin insanlarının öyküsünü dinlemiştim. Ellerinde cam fanuslarla güneş ışığı topladıklarını hayal etmiştim. Burada pencereyi açtığında güneşi avuçlarının arasında hissediyorsun. Ve bu his gecenin kabuslarının ayazını yok ediyor. Günlerim Efşanla birlikte ot toplayarak ,pamuk tarlalarında dolaşarak geçiyordu. Otların her birinin nelere iyi geldiğini , büyüdeki anlamlarını öğreniyordum. Buraya alışmaktan ve ait olmaktan korkuyordum. Bu korku dehlizlerinin med cezirlerinde altı ay geçmişti. Efşan ‘ın evine dünyanın her yerinden insanlar geliyordu; geleceklerini görmek için. Tüccarlar, alimler, köylüler, denizciler… Belki de Efşan ‘ın söyledikleri değil de bu evin egzotik havasıydı onlara iyi gelen. Her misafir bir hatıra bırakıyordu ayrılırken. Portekiz incileri, Hint kumaşları, Sakız Adası ‘nın zeytin yağ şişeleri, Frenk parfümleri, Türk halıları, Venedik şapkaları, el yazması tefsirler, Meryem Ana ikonları. .Efşan ‘ın misafirlerinden biri Riccardo adında Venedikli bir ressamdı. Efşan  için özel biriydi o. Karşılaşmaları bir tesadüftü , diğerlerinden farklı olması bundandı belki de .Efşan , Riccardo ‘nun öyküsünün benimkine benzediğini söylüyordu. Riccardo ünlü bir ressammış . Konstantiniye ‘de de bilinirmiş. Saraya davet edilmiş; hükümdarların tasvirini yapacakmış.
-Riccardo iyi birine benziyor ama tuhaf biraz.
-İyi biridir. Sen falı ne sanırsın? Fal bakmak ruhu okumaktır. Bakışların derinliklerindedir iyilik ve kötülük.
Riccardo giderken yaptığı resimleri bırakmıştı hatıra olarak. Gittiği yerlerdeki insanları resmetmişti. Resimlerini incelemek farklı ülkelere yolculuk etmek gibiydi. Egzotik bir aurası vardı çizdiklerinin. O egzotik resim tasvirlerinden birinde bana ait bir şey vardı. Görünce donup kaldım. Evet oydu , benzerlik falan değildi. Efşan telaşlandı .Ne olduğunu anlamaya çalışıyordu. Yanıma geldi, omuzlarımdan tutup sarstı.
-Ne oldu Beatrisa
-Carmen. Kardeşim.
Artık Güneş’in şehrinde gözlerimi güneşe kapatarak günleri sayıyordum. Kırılıp dökülsün zaman, paramparça olsun günler haftalar. Tek istediğim Riccardo ‘nun buraya tekrar gelmesiydi. Efşan belki de hiç gelmeyeceğini söylüyor ama ben buna inanmak istemiyordum. Mutlaka gelmeliydi. Her gelene Riccardo ‘yu tanıyıp tanımadığını soruyordum. Efşan bu halime üzülüyor olacak  ki o da sorup soruşturuyor; iz sürüyordu. Venedik’ten gelen bir keşiş Riccardo’yu tanıdığını ama şu anda nerede olduğunu bilmediğini söyledi. Giderken bana bir Meryem Ana ikonu bıraktı ve bol bol dua etmemi söyledi. Bütün  gün ikonun karşısında oturuyor boş gözlerle ona bakıyordum .Sanki bana kardeşimin nerede olduğunu söyleyecekmiş gibi. Efşan aklımı kaçırdığımı düşünüyordu.
- Senin halin hiç iyi değil.
- Meryem Ana ‘ya dua eder misin?
- Dua Yaradan ‘a edilir.
- Büyükannem Meryem Ana ikonlarını hiç sevmezdi. Baktıkça İsa ‘nın acısını duyuyorum derdi.
Başka bir dilde dua ederdi. Senin konuştuğun dilde. Bana senin dilini nereden bildiğimi sormadın hiç. Büyükannem genelde kendi kendine konuşurdu.
- Bütün kadınlar en çok kendisiyle konuşur. Kelimelerde gizlenir kadın.

Yalnızdı kadın bu yüzden en çok kendi içine yolculuk ederdi. Çok bilse , çok söylese yakışı kalmazdı. Günahkardı kadın insanoğlunun gözünde. İsa ‘yı çarmıha gerdiren Meryem ‘in günahı gibi. Cennetten kovulan kadın, Pandora’nın kutusundan dünyaya kötülük yayan kadın. Her daim günaha sebep olan kadın. Saatlerdir aynı noktaya bakıyor, kafamın içindeki çığlıkları dinliyordum. Efşan , elinde bir tabak dumanı üstünde irmik helvası ve fokurdayan çaydanlıkla yanıma geldi.
- Melisa ve misk kaynattım. Rahatlatır, ruha huzur verir.
Tanrı’nın kadına bahşettiği anaçlık ve merhamet duygusu dünyayı kötülüklerden kurtarabilirdi.
.......................................................................................................................................................

Güneş ‘in şehri eritti zamanı , mevsimler aktı gitti. Bir şeyin gerçek olması için ondan ümidi kesmek gerekiyordu. Riccardo gelmişti.
- Bu resmini yaptığın kız nerede yaşar?
- Konstantiniye ‘de. Madam Eleni ‘nin yanında dans eder.
Efşan ‘ın dudaklarında buruk bir gülümseme vardı:
- Sana söylemiştim senin ruhun göçebe .
Ayrılık vaktiydi. Oysa çok alışmıştık birbirimize .
Riccardo:
- Konstantiniye, bencil bir aşkla bağlar insanı. Ait olmayı sevmeyenlere iyi gelmez.

Varsın öyle olsun. Aşka meyillidir kadın. Bağlanmak için bir neden bulur her gittiği yerde.








2 Eylül 2014 Salı

Bir düş'tür yaşamak

DÜŞ GEZGİNİ

Dünyayı sıkıcı hale getiren sınırsız evrende sınırlarla yaşamaktı. Normlar ,tabular ,önyargılar , aitlik duygusu… Çoğu zaman çizgileri kendi ellerimizle biz çizeriz bazen de irademiz dışında gelişen olaylar tarafından çizilir. Doğarken bebeğin boynuna dolanan kordon gibi.İlkin bunu oyun zanneder bebek , çırpınır  ilk kez gördüğü dünyaya tutunabilmek için.Nefesi kesilir ; hayat bir arafta başlar. Gitmek ya da kalmak. Gitmez ,var gücüyle tutunur onu sevenlerin ellerine. Keşfetmek gerekiyordu dünyayı kendini bulana dek. Hem eksik hem tam. Aynı zamanda zayıf bir o kadar da güçlü.

Hayat serüvenim işte böyle başladı. Kendimi bildiğimden beri epilepsi hastalığını da biliyordum. Hastaneler, ilaçlar, nöbetler. Zordu her şey . Camdan bir bebek gibi kırılgandım. İnsanların bakışları, hayatın akışını bozan nöbetler beni hırçınlaştırıyordu . Ailemi suçladığım zamanlar bile olmuştu. Nöbet korkusu nedeniyle hiçbir yere tek başıma gidemiyordum. Katıldığım tek bir okul gezisi bile yoktu. Bir kavanozun içinde yıllanmış bir cenin gibiydim. Dışarıda başka bir dünya vardı keşfedilmeyi bekleyen. Asi yapım durumu kabullenmemi engelliyordu. Neden ben diye sorgulamak mutsuzluğumu arttırıyordu. Bazen güçlü yanım baskın geliyor ve bu gerçekle yüzleşmeye karar veriyordum. Nöbet sırasında gördüğüm halüsinasyonları bir üstünlük olarak kabul etmiştim. Başkalarının görmediklerini görüyor, duymadıklarını duyabiliyordum. Ben bir düşü yaşayabiliyordum bu üstünlük değil de neydi? Aklın sınırlarını zorlayan kendini teselli yöntemim güçlü hissetmemi sağlıyordu. Ne var ki kabuğumu kırıp dışarıya çıkmak istediğimde en ufak bakış ya da bir ima geri adım atmama neden oluyordu. Yıllar geçtikçe insan hayatın değerini anlıyordu. Kaybedilen yakınlar, artık sadece bir fotoğraf karesi olan anılar her şeyden gerçekti. Hiçbirimizin zamanı fütursuzca harcayacak bir lüksümüz yoktu. Hayatı daha fazla boşa harcayamazdım.


Çocukken bir öykü dinlemiştim. Bir kaşifin öyküsüydü bu. Zamanın birinde ömrünü dünyayı keşfetmeye adamış bir kaşif varmış. Gezmediği yer yokmuş dünyada. Ama bunlar da yeterli gelmiyormuş kaşife. Artık bildiği dünyadan farklı şeyler bulmak istiyormuş. Kaşif , düşlere yolculuk etmeye karar vermiş Herkes kaşifle alay etmiş ,Onun deli olduğuna inanmışlar. Ama o, düş gezgini olmaya kararlıymış. Benim yeni hayatım kaşifin öyküsüne benziyor. Eski bir fotoğraf makinesi ile her şeye yeniden başladım Farkı insanlar ,farklı dünyalar ve sınırsız bir evren.Hayatın kıyısında olanlar ,hayata karışanlar, cesur olanlar, korkan olanlar ,dış dünya, kurgusal dünya objektifimde can buluyordu. Ödülleri olan iyi bir fotoğrafçıyım , dünyayı geziyorum sınırlarım yok. Kaşifin öyküsünün sonunu bilmiyorum.  Düşlere yolculuk edebildi mi kim bilir? Ama ben bunu başardım  .Fotoğrafladığımız her karede bir düş yok mu bakış açımızla gördüğümüze anlam katmıyor muyuz? Evreni yeniden kurgulanmak bu değil mi. Gerçek olandan  tamamen farklı bir yaşanmışlık kesitini yaratmak evet yaptığım bu. Ben düşlere yolculuk ediyorum hayatımın her anında. Kum taneleri gibi savrulurken zaman hepimiz bir düşün içindeyiz  aslında adına ‘yaşamak’ diyoruz.

12 Mart 2014 Çarşamba

ARMAĞAN

ARMAĞAN
Hiç kuşkusuz en unutulmaz anılar çocukluktakilerdir. Özlemdir ;bazen de kaçıştır bir sığınak misali ya da tesellidir hayatında  güzel anıların da olduğuna dair. Benim ise hatıralarım ‘:Çocukluk ve Yasaklar’ şeklindedir.Mis gibi tarçın kokular eşliğinde sıcacık bir bardak süt; bol şekerli ama.Tanıdık duyguları çağıran, hep hatırlanan, büyülü bir tat, tıpkı çocukluğum gibi.Ninemin tüm ev ahalisinden saklı gizli bana sunduğu bir hazineydi ‘yasak’. Hastaydım şekerle vücudum arasında bir uzlaşmazlık vardı. Canımın delicesine çektiği yaşam ile ölüm arasındaydı sanki. Ne yaparsa yapsın vazgeçemeyeceğin oyun bozan , vefasız bir sevgili gibi. Pamuk ipliğine bağlı hayatımda bir ninem bir de resimlerimdi beni sıkı sıkı sarmalayan.Resim yapmak kendim olmaktı. Konuşmak, susmak, kızmak… Şairler sözcüklerle işlerdi duyguları ben ise renklerle işliyorum.Resim konuşmaz, renkler ve çizgiler konuşur,susar ve öfkelenir. Resimde zaman durur ,akmaz ama dünya öyle mi hep bir acelesi vardır,tez canlıdır saniyeler. İnsan ölüme bir adım yaklaştığında zamanı daha değerli buluyor ; fütursuzca harcayamıyor anı.En küçük bir zaman dilim bile özenle yaşanmalı diyorsun. Yaşam ve ölüm ;siyah ve beyaz gibi. Yaşam bazen siyah bazen de beyaz olabilir ama ölüm hep siyahtır. Araf ise gri. Yıllar ince çizgiler üzerinde akıp geçti.Sarı bir sonbahar günü ninem Siyah’a gitti ; göçtü bu diyardan. Gencecik ruhu köhne bedeni terkediverdi.
Şimdi bir hastane odasında gözleri mi açtığımda beni yayına almadığını ;gördüğümün bir rüya olduğunu anladım. Yine bir şeker koması sonrasıydı. Sınırı aşmanın bedeliydi. Eşim yanı başımda oturmuş ,benim hayata dönmemi bekliyordu. Alışkındık bu sahnelere.Benle evlendiğine pişmandı belki de. Hem sürekli oyun bozanlık edip gitmeye kalkıyordum bu dünyadan hem de bir çocuk veremiyordum ona .Sanıyorum ki beni seviyor.İnsülin ile anlaşmaya varamayan bedenim doğum yapmayı kaldıramazmış , çok riskliymiş. Doktorun bana her seferinde yinelediği cümleler .Bir de gözlerimi kaybetme riski varmış.Şeker komasının olası sonuçları. Bir doktorun hastasına kullandığı ritüel cümleler, nasihatlar işte. Bu zamana kadar bunları hiç umursamazdım ama şimdi…Gördüğüm rüya her şeyi  değiştirdi .Beni başka biri yaptı adeta. Ninemin çocuk gibi masum gözleri, kadife sesi ve tarçın kokuları vardı rüya alemimde. ‘Hayat ince ince ,ilmek ilmek örülen bir kozadır yavrum, sabırla işlenir,sabırla olgunlaşır.Sen metanetini kaybetmedikçe de elini çekmez senden. Ninemin sözleri şiir gibi gelmişti , tarçın kokusunu içime çektim  .’ Rabbim eşindeki sabrın yarısını sana versin. Birlikte aydınlığa çıkın’. Son cümlesi de buydu.Kayboldu sonra ,düşler aleminden akıp gitti.Belki de Beyaz’a gitti. .İlk kez bir rüyayı bu kadar net hatırlıyorum.Oysa hep siliktiler ; kesik kesik birkaç görüntü gibi. Kelimeler anahtar oldu gizli kapılarımı açtı .İçimdeki sabrı ve gücü çıkardı. Yenilenmiş gibiydim hayata bambaşka bir pencereden bakıyordum. Hastalığımla mücadele edebileceğime inandım ,sınırlarda yaşadığımı kabullenmekle başladım işe .İlaçlarımı düzenli almak ve az miktarda yemek eskisi kadar sıkıcı gelmiyordu bana.Hayatın tadı neydi ki zaten mutlu olduğun an. Şekerli ya da şekersiz ,tuzlu ya da tuzsuz .Önemli olan hislerin lezzetiydi , nefes almanın damakta bıraktığı tat.Kendime iyi bakarsam anne olabilecektim .Dünyanın en şeker varlığına sahip olmanın mutluluğu her şeye değmez miydi? Bir de renklerimi kaybetmeyecektim bu en büyük felaketim olurdu.Yeni bir hayat ve eski dostlarım renkler.Hayatın tadı mutlu olduğumuz anlardan ibaretse eğer resim de bu anıları ölümsüzleştirendir. Resimde zaman durur sonsuzluğa uzanır, bir gün başka bir hayat onda kendini görsün ,sabrına hayran olsun diye…


3 Mart 2014 Pazartesi

Aynı Mahallenin Diasporası

Kırık dökük dam
Eylül yağmış üzerlerine
Diaspora!
Nereye gitti bizim çocuklar
İki sokak ötede köpekler havladı
Üst baş kırmızı mürekkep
Kalem kırıldı
Paslı ranza , ucuz tütün
İsimlere eklenen küflenmiş sıfatlar
Vazgeçmesin  bizim tayfa
Daha çok deniz var bu diyarda
Bir gün görülecek!

2 Mart 2014 Pazar

Rüzgar Gülü

Rüzgar Gülü
Bir bahçe  büyük, sessiz, soğuk. Bir çocuk küçük bedeninden daha büyük sorular ceplerinde, yalnızlıktan üşüyor elleri. Çıplak, çelimsiz bir ağaca sarılıyor, öyle duruyor bir süre. Buz gibi ağaç gövdesi sıcacık bir kucak gibi iyi geliyor çocuğa. Bahçe çitindeki rüzgar gülünü görüyor. El sallıyor karşıdan ,yanına gidiyor sonra. Küçücük elleriyle dokunuyor rüzgarla dans eden çarka. Anlatmaya başlıyor çocuk tüm biriktirdiklerini ,özlediklerini, oyuncaklarını, şekerlerini, uçurtmalarını, dizindeki yaraları. Konuştukça artıyor mutluluğu.

Gittin diyor çocuk tüm ısrarlarıma rağmen dinlemedin beni. O ilaç kokan odada yatarken gülümsemiştin bana. Sonra bir gece yanıma geldin, saçımı okşadın, veda ettin. “Gitmesen olmaz mı dedim.” Hiçbir şey söylemedin ve gittin. Rüya değildi gerçekti .Güzel eğlenceli günlerimiz varken her şey çok hızlı değişmişti. Kanser diye bir şey dolanmıştı herkesin diline, dünyadaki en huzur bozucu kelime. Benim bildiğim insanlar hastalanır, ilaç alır sonra iyileşirdi. Mizacın gibi sessiz sakin göçtün gittin bu dünyadan .Rüzgar gülünü birlikte yapmıştık .Rüzgar gülü, uzaklardan haber getirir rüzgarlarla birlikte ,sesleri toplar; sevdiklerimizin seslerini getirir bize. Dinlemeye gönüllüysen anlatacağı çok şey vardır demiştin. Şimdi uzaklarda olan sensin .Rüzgarlara seni çok sevdiğimi ve çok özlediğimi söyledim. Ulaştırmışlar haberi sana. Ben de seni çok seviyorum sen görmesen de aslında ben hep yanındayım demişsin .Biliyordum  hiç ölmeyeceğini…

Rüzgar gülü konuşur çocukluğunu yitirmedikçe. Dokunursun ona bir dost eline dokunur gibi .Ne vakit anlam kazanır eşya? Fotoğraflar, kıyafetler, rüzgar gülleri…Sevdiklerimiz birer birer eksildikçe hayatımızdan anlam kazanır, ete kemiğe bürünür dokunduklarımız, baktıklarımız hatta kaçtıklarımız .


1 Mart 2014 Cumartesi

İstanbul Öyküleri

ŞEHİR
Nicedir hapsolduğum kendi sesimi dinlediğim bir girdaptın sen. Kimse tarafından anlaşılmadığını düşünürsün bazen en kalabalık yalnızlıklarda yaşarken. Derdini suya anlat akıp gitsin derler ya ben de senin maviliğine döktüm içimi sessiz bir serzenişle. İstanbul, sen büyülü bir şehirsin. Öyle bir auro var ki sende bir saniyede bin asrın yaşanmışlığını sunarsın, tekrar tekrar yaşatırsın aynı sahneleri farklı bedenlerde. Evrenin en devasa saati senin kalbine saklanmış bir gün ola dursa o saat hayat da duracak zaman da uzam da…Kıskanılası bir dostsun sen; bütün şairler sana aşık.

Günlerdir bir türlü başlayamıyorum yazmaya sözcüklere küsmüş bir şair gibiyim, bir fikir kırıntısı umuduyla yaratmanın vuslatına ermeyi bekliyorum. İstanbul aşkı bile iyi gelmiyor bu ararlar bana. Sözcüklerle dans ettiğim zamanları özlüyorum. Elime fotoğraf makinamı alıp sokak sokak dolaştım bir dünya fotoğraf çektim. Odam insan temalı fotoğraf sergisine döndü .Birbirinden farklı yüzlerle karşı karşıyayım .Hikayelerini dinledim, duygularını okudum gözlerinden .Bir ara pencereyi açtım, gökyüzüne baktım .Parlak bir yıldıza emanet ettiğim çocukluğumu çağırdım. Gözlerimi kapattım onu dinledim bir süre. Büyülü şehirde sabah olmak üzereydi, bir şeyler karaladım, yazdım ,beğenmedim yine yazdım. Büyülü şehir şimdi eteğindeki taşları dök bakalım .Asırlardır biriktirdiğin yaşanmışlıkların , yaraların, acıların var. Görkemli maviliğe fısıldanmış sırların…Eskiden yani büyümenin gerçekliği ile tanışmamışken hayal ettiklerimi yazar , onları denizlere bırakıp başka diyarlara göndermeyi isterdim. Ama deniz bulamaz bulduğumda da hayallerimden vazgeçmiş olurdum. Bir şişenin içine saklanmış günü geçmiş hayaller olarak kalırlardı. Belki bir yerlerde denizlere bırakılmış mektupları olanlar vardır. Bir gün kıyıya vurmuş mektuplara rastlamak dileğiyle derin bir uykuya daldım. Sabah kalktığımda bir öyküye başlamak için açık bıraktığım bilgisayarın başına geçtim. Uzun zamandır e- postalarımı kontrol etmediğimi hatırladım. Bir arkadaşımdan gelen bir e-posta : 1950 ‘li yılların Rumları ‘nın yani İstanbullu Rumlar’ın öyküsü .Birilerinin İstanbul’ a bıraktığı öykülerden biri kıyıma vurmuştu şişenin içinde değildi ama deniz ve İstanbul kokuyordu.
Sofia , Nisan/1955
Bugün tam otuz gün olmuş. Oysa günleri saymaktan hiç hoşlanmazdım. İnsanın ahir ömrünün nadide günlerinin bitmesini istemesi çok anlamsız. Beklemek huzuru kaçırıyor Neşesiz, içine kapanık, huysuz biri oldum. Teyzem ,kadıncağız bu halime çok üzülüyor. “Kendini dinlemekten yaklaşmakta olan fırtınadan bihabersin”diyordu. Bir haftadır dükkanı açmadım, dışarıya da çıkmadım bugün .Kendimi dinlemediğim zamanlarda radyo dinliyorum. Yine o şarkı çalıyor “Let Me Go Lover”.
-Yaşıyor musun kuzum kaç saattir sesleniyorum ,mahalle duydu sen duymadın.
-Minnoşum hoş geldin .Şarkı beni çok uzaklara götürdü.
-Sen burada değilsin ya zaten çok zamandır.
-Hükümsüzüm Minnoşum ,yine çarşı pazar altüst edilmiş.
-Dükkan için birkaç bir şey lazımdı, Ortaköy’de bulamadım epey dolaştım.
-İstanbul Minnoş’a dar.
Teyzemin dünyanın en güçlü kadını olduğunu düşünüyorum. Bir yanı hiç büyümeyen bir çocuk; diğer yanı herkese kol kanat geren anaç varlık. Ama artık eskisi gibi dinamik değil, yaşlanıyor mu ne? İçimi bir korku kaplıyor; ya o da giderse. Çok bencilim galiba .Yalnızlık korkusu bende hep vardı .Ne var sanki İstanbul tüm yalnızları bağrına basar , şefkatini esirgemez. Radyonun sesini açıyorum bir şarkı tutuyorum İstanbul için. Yemek yapsam belki kafam dağılır. Minnoş taze enginar almış zeytinyağlı yapayım ; bir de çoban salata yanına. Annemin tarifine göre yapacağım bu defa. Portakal suyu ile pişecek enginar, küp küp kıyılacak, havuç ve patates ile birlikte. Üstadım Minnoş beğenir umarım. Yemek pişer sıcacık bir mutluluk yayar etrafa, huzur kokar. Peki ya o huzur bir kez gitmeye meyletmişse…

Kıyamet, bir şehir kadar yakın mıydı bize? Teyzemin dediği gibi fırtınaya mı gebeydi bu sessizlik .Düşünmekten bütün gece uyuyamadım. Uykumu alamadığım için başım ağrıdan çatlayacak. Bulutlu ve kasvetli bir hava ki hiç sevmem. Minnoş daha uyanmamış. Radyo açık olmayınca gün başlamış sayılmıyor benim için. Kalktığımda ilk işim o billur sesli emektarın düğmesini çevirmek oluyor. Haberler yine moral  bozucu. “Kıbrıs’ta ipler gergin ,hükümetin konuyla ilgili tavrında bir değişiklik yok.” İçimdeki huzursuzluk daha da artıyor. Boğulacak gibi oluyorum. Kendimi sokağa atıyorum. Figen Abla mahalleye solo konser veriyor yine. Balkona çıkmış, tiz sesiyle sanat müziği söylüyor .Namı değer Akustik Figen .Yıllardır şarkıcı olma hayaliyle yaşıyor. Uzaktan bir akrabası Zeki Müren ‘in yanında çalışıyormuş, kendisini Sanat Güneşi ile tanıştıracağını vaat etmiş. O günün gelmesini bekler durur. İyi kadındır Figen Abla ,mahalledekiler deli olduğunu düşünürler pek de kale almazlar .Ben ise oldukça cesur olduğunu düşünüyorum. Zaman zaman özgüvenine hayran kalmıyor değilim. Hava iyice karardı yağmur başlayacak neredeyse. Minnoş kendini iyi hissetmiyor bugün işler bana kaldı. Terzi Nikolas ‘a uğrayacağım sonra da dükkanı açacağım. Minnoş benim için elbise diktiriyormuş ; istemediğimi defalarca söylememe rağmen. Paskalya Yortusu demek yeni kıyafetler demek onun için. Kapıdan girer girmez yoğun vanilya kokusu sersemletti bir an. Terzi Nikolas her zaman tütsü yakardı, Kötülükleri ve olumsuz enerjiyi uzaklaştırmak için. Sevecen gülümsemesiyle selamladı. Ayak üstü sohbet ettik, havadan sudan, memleketin durumundan. Tedirginlikle karışık bir hüzün vardı bakışlarında  “Yedi tepeli şehrin yedi tepesinde yedi milyon tütsü yaksam kovar mı üzerimizdeki felaket bulutlarını” demek istiyordu aslında ama susuyordu. Zikretmiyordu düşündüklerini. Dalgınlığında sıyrıldıktan sonra:
-Murat’tan haber var mı ?
Nicedir onu bana kimse sormuyordur; afalladım birden. Ne diye hatırlatırlar ki. Artık bu durumla yüzleşmek daha doğruydu belki de .Gerçekler  dillendirilmediği zaman değişmeyeceğine göre; ayrıca ben aşkla yanacak biri değilim.
-Hayır hiçbir haber yok.
Sorduğu sorunun cevabını biliyordu zaten. Yol ayrımına girilmişti bir kere geride kalanın yoluna devam etmesi en iyisiydi. Minnoş ‘un benim için diktirdiği koyu yeşil , bisiklet yaka bir elbiseydi. İki dakikada prova aldık ,birkaç rötuştan sonra hazırdı. Çok beğendimi söyleyemem biraz modası geçmiş bir modeldi. Zaten çok da önemi yok. Elbise hoşuma gitse de moralimi düzeltmeye yetmeyecekti.
-Merak etme Sofiamu Paskalya ‘ya yetiştireceğim.
-Sağolasın Nikolas Amca kolay gelsin.
-Ne demek Sofiamu ,Madam Eleni’ ye selamlar.
Dışarısı buz gibi olmuş ,yağmur da çiseliyor. Beynimi kemiren düşünceler ;peki ya  İstanbul ile yolları ayrılanlar yollarına devam edebilir miydi? Kısa bir inzivadan sonra nihayet bujiterime geri döndüm. Özlemişim bir yere ait olmayı. Sedef, yakut, inci, zümrüt, safir hepsi birer ruh taşır, farklı öyküleri vardır. Uzak diyarlardan büyülü şehre sürgün her biri .Farklı bedenlerin uzuvlarında bambaşka kimlikler kazanırlar. Takılar bedenlerde kimlik kazanırlar insanlar ise doğdukları şehirde. İstanbullu Rumlar gibi. Peki ya aşkın ait olduğu bir yer var mıdır ; araf'tadır belki de ya da en kutsal olandır inanmak gibi Tanrı’ya. Kendimi bildim bileli vardı onun aşkı .Çocukluktan beri seviyorduk birbirimizi Murat ‘la. Hoş görülmeyen ,karşı çıkılan aşıklardık. Ailesinin tavrını biliyordum ;kabullenmiştim de. Onun  bunları umursamadığı sanıyordum Pişmanlık ya da korku görmemiştim hiç gözlerinde. Sonra gitti, tek bir kelime etmeden. Hiç var olmamış gibi, hiç var olmamışız gibi. O gün sinemaya gittiğimizde onu son görüşüm olduğunu bilmiyordum. “Çıplak Ayaklı Kontes” izlediğimiz son filmdi. Filmdeki Humphrey Bogart kadar cesur bir aşıktı o gün. Ava Gardner ‘in  büyüleyici flamenkosu; dans ederken dünyaya meydan okuyan kadın. Ben neden güçlü bir kadın olamıyorum. Geçmiş in canımı yakmasına izin verdim yine .Dünden kalma gazeteler  geçiyor elime .Manşetleri atlıyorum son sayfaları okuyorum. Sophia  Loren ‘in oyunculuktaki başarısının yanı sıra  çok iyi bir aşçı olduğunda bahsediyor, İtalyan Mutfağı’nın tüm yemeklerini biliyormuş. Magazin haberleri de sarmadı. Neyse ki Sakis geldi çay getirmek için sıkıntıdan patlamak üzereydim. Sakis, Pastacı Vasilis ‘in torunuydu. .Bazen yeşil bazen mavi olan gözleriyle minik bir kedi kadar sevimli on yaşında bir çocuktu .Çayı tezgahın üzerine bıraktı ,yüzüme bakmaktan çekiniyordu. Bir şey söyleyecek gibi oluyor sonra vazgeçiyordu. Sorunun ne olduğunu biliyorum. Küçük arkadaşım bana bir mektup yazmış, aşkını ilan etmişti. Bir süre yanıma gelmedi. Bir çocuğun aşkı kadar temiz ne vardı ki dünyada.
-Küs müyüz Sakis?
Sıkıntıdan kazağının kollarını çekiştirip duruyordu. Başını kaldırdı yüzüme baktı sonra yine gözlerini kaçırdı.
-Hayır küsmedim .Peki sen kızdın mı bana?
-Hayır kuzum, senin gibi tatlı bir arkadaşa kızabilir miyim ben.
Bunu duymak hoşuna gitmişti. Duruşuna cesaret gelmişti ,omuzlarını dikleştirdi. Yüzüme bakabiliyordu artık .Kendinden emin bir tavırla konuşmaya başladı:
-Önümüzdeki Nevruz’da Balat ‘ a birlikte gidelim mi? To Fota adına  bu defa denize ben atlayacağım senin için yapacağım bir de haç için.
Çocuklar ne kadar gözü kara varlıklar. Hiç değişme çocuk hep böyle kal .Ya da en iyisi sen hiç büyüme. dünyanın gerçekliği seni de kirletmesin.

Hava yağmurlu olduğundan birkaç müşteri dışında dükkana gelen giden olmadı bugün. Eve gitmeyi düşünürken Figen Abla geldi. ,Platin sarısı saçları,  kıpkırmızı elbisesi ve aynı renk ruju ile bir oyuncak bebek kadar naifti. Mevsimi olmadığı halde son moda kürkü omuzlarının üzerindeydi .Bir yapımcıyla flört etmeye başladığını anlattı. Birlikte Paris’e gidecekler döndüklerinde ise plak için çalışmalara başlayacaklarmış. Sen de durumlar nasıl der gibi baktı bir süre.
-Vazgeçtin mi?
Neyi kastediyordu, kimden vazgeçecektim? Bu ayrılığın yolunu ben çizmemiştim ki. Ortada ne vazgeçilecek bir aşk vardı ne de bir sevgili. Anlamamış gibi yaptım tekrar sormadı. Midye kabuklarından yapılmış bir kolyeye takıldı gözleri. Eski bir fotoğrafta anılarına rastlamış gibi uzun uzun baktı kolyeye. Bir şey söylemeden çıkıp gitti.

İstanbulluların içlerindeki tedirginlik ve korku 1955 yılının yaz sonuna gelindiğinde hat safhaya ulaşmıştı. Gözlerden okunan ama kimsenin söylemeye cesaret edemedikleri yavaş yavaş dile dökülüyordu .Rumların artık İstanbul’da istenmediği konuşuluyordu. Kimdi istenmeyen? Yıllardır birlikte huzur içinde yaşadıkları komşuları mı, sırlarını, ilk aşklarını paylaştıkları dostları  mı hem Paskalya ‘yı hem Kurban Bayramı’nı birlikte kutlayan çocuklar mı? Birbirlerine öteki oluşun nedeni neydi. Eylül ayına gelindiğinde Kıbrıs’tan gelen haberlerin de etkisiyle İstanbul’da nefret ve kin kendini göstermeye başlamıştı. Rumların yaşadığı semtler savaş alanına dönmüştü .Rum esnafların dükkanları yağmalanıyor, nefret dolu davranışlara maruz kalıyorlardı. Büyülü şehri geçmişi yiyen bir canavar kuşatmıştı. Doğduğum şehrin sokaklarındayım. Her yanım enkaz korku filmi platosu gibi her sokak. Hangisi benim dükkanım ayırt edemiyorum. Sanırım şuurumu yitirdim. Gözlerinden ateş fışkıran insanlar saldırıyor. Şokun etkisiyle hayal görüyorum galiba; o insanlardan biri de o. Hayır bu olamaz , mümkün değil. Görüntüler kayboluyor, sesler birbirine karışıyor.
Gözlerimi açtığımda yaşananların bir rüya olmasını o kadar istemiştim ki. Bayılmışım, mahalle bakkalı Hasım amca kurtarmış beni o savaş alanından.
-Murat oradaydı ,o insanların arasındaydı nefret doluydu bakışları.
Sustu Hasım amca .Keder insanın dilini bağlıyordu. Yan dükkanda bir gürültü koptu, Pastacı Vasilis ‘in dükkanıydı Oraya gittiğimiz de her şey bitmişti. Vasilis’in cansız bedeni yerdeydi. Her yana saçılan pastalar çamur gibi yapışıyordu ayaklara .Bir çocuk sesi duyuldu .Eski bir sandığa sığınmış Sakis’ti bu. Sığınağından çıktığında gözlerinde garip bir mutluluk vardı. Hem ölümün farkında hem de değildi .Her yana ölüm bulaşmışken hayatta kalabilmenin mutluluğuydu bu , çocuksan bir de en cesursun.
-Seni kurtarmaya gelemedim Sofia ,affet beni. Ama senin için dua ettim.
Kırmızı bir eylül ,bu ayda ölmek İstanbul’da. Gitmelere aşina bu şehir eylül ayında..