4 Kasım 2015 Çarşamba

Düşleri Çalmışlar

Çocukça ölmek
Bir güvercin uykusunda
Erguvan kokulu bir rüyada
Eğreti bir şeytan uçurtması süzülüyor rüzgarla birlikte
Aynı rüzgar saçlarını okşuyor sonra
Bir anda karanlık ve soğuk
Ne zaman akşam oldu ki
Yere inmiş gökyüzü
Elleri yıldızlara değiyor
Biriktirsem çocukluklarımı

Filistinli çocuklara göndersem

13 Şubat 2015 Cuma

Paranormal


Yalnızlığı öğrendik önce
Onda çoğalmayı sonra
Dört duvarı aynalı bir oda yalnızlık
Sen'ler var senden başka
Gazaba uğramış ruhlar eğreti bedenlerden fırlamış
Tanrı biçti kaftanı etten ve kemikten
Ruhlar giyindi
Ama akıl çıplak, akıl yalın ayak
Bu aklın yalnızlığı
Çağın rejimi
Anti-deprasanla beslenmek
Anti-demokrat gibi bir şey
Ekşi tonlarda ,morumsu bir tat
Zayıf beyin hüclerine karşı
Antipsikotik devinimler
Kalp atışı 53 nabız 71
Çift 'siz sayılar
Üçüncü tekil, tekinsiz yaşamak
Birey asimilasyonu
Barbie bebek, kurşun asker
Pörsümüş yeni çağ şablonları
Hazır ol duruşu, çizgilere basma
Postmodern çıplak kadın
Yüksek sanata kur yapar
Arabesk bir sigara dumanında
Kentlerin yabancılaşmış çocukları
Hafif Batı müziği eşliğinde
Yeraltına iner
Karanlıkta yabancıdır herkes
İsimler okunmaz karanlıkta



26 Ocak 2015 Pazartesi

FOTOĞRAF MAKİNESİNİN İNTİHARI

FOTOĞRAF MAKİNESİNİN İNTİHARI: İnsan eskir, paslanır , çürür ;tıpkı eşya gibi. Makineleşmiş  insan ya da insanlaşmış makine çağın metaforu. Miadını doldurmuş bir fotoğraf...

FOTOĞRAF MAKİNESİNİN İNTİHARI

İnsan eskir, paslanır , çürür ;tıpkı eşya gibi. Makineleşmiş  insan ya da insanlaşmış makine çağın metaforu. Miadını doldurmuş bir fotoğraf makinesi.Fransızların dediği gibi ‘demode’.Yıllardır bu çatı katında yaşıyor, yıllardır bu çatı katında ölüyor. Yaşanmışlıkların kodlarını taşıyan  diğerleriyle birlikte.Bazı insanlar anılarını öldürmeyi sever. Bunun için asri mezarlıklar kurarlar evlerinin bir köşesine. Böyle yerlerde kemirgenler yaşanmışlıkla beslenir. Onun asli görevi anı dondurmaktı.Işığa sevdalıydı o. En son ne zaman dans etmişlerdi Pera’ da? Peraye Hanım ‘ın balodaki gülümseyişi miydi son ölümsüzleştirdiği? Şarkı yarışmasındaki ‘Aman petrol ‘ şarkısı kadar ilginç zamanlardı.Belki aşık bile olmuştu Harley kuyruklu yıldızının altında.Obur bir ölü yiyici gibi zamanı tüketir eşya.Capcanlı yaşanmışlıkları içinde taşırken alelade bir eşya olamazdı fotoğraf makinesi. Yaşamak doğurur o her dem. Yıllanmış yalnızlığında insanoğlunun yeni çağını merak eder dururdu. Milenyum dedikleri neye benziyordu? Gümüş renkli bir şey olsa gerek. Fotoğraf sanatına değer veren evin entelektüel oğlu sayesinde bu esaret sona erdi. Dünyayı yeniden keşfetmek için can atıyordu.

Binalar gördü .Devasa göğe ulaşan binalar. İnsanoğlu Tanrı ‘ya ulaşmak istercesine yükseltmişti yapıları. Gök delinse başka bir dünya çıkardı belki. Hepsi birbirinin aynısıydı bu binaların.İnsanlar da öyleydi. Yüzlerindeki donuk ifadeye kadar birbirlerine benziyorlardı.Bu devasa yapıların bir gece yarısı yerle yeksan olduğunu gördü sonra. Arzın merkezine ulaşmak isterken yerin altında kalan bedenleri gördü. Taş , toprak ,demir ve insan eti. Çığlıklar, ölmeler , yaşama tutunmalar.

Çıplak ayaklı çocuklar gördü Sersem bir ikindi rüzgarının dağıttığı pamuk parçalarını izliyorlardı. Kozalardan dökülen pamuklar kar tanesi gibi rüzgarla dans ediyordu. Kar görmeye hasret çocuklar öyle mutluydular ki. Gerçekten kar yağsa bir gün üşümezdi onların içi.Onlar Akdeniz ‘in çocuklarıydı.

Sonra hep gitti. Şehirler ,sokaklar , insanlar gördü.

Verandası çiçeklerle bezenmiş küçük bir ev. Penceresinden portakallı kurabiye kokusu yayılıyor.Rüzgar çanına eşlik eden çocuk sesleri.Gökyüzünde salına salına süzülen uçurtmalarını seyrediyorlar. Sonra bir silah sesi duyuluyor. Uçurtma çocuğun elinden düşüyor. Savruluyor göğe beyaz kuyruğu ile. Çocuklar seyrediyor giden uçurtmayı. Çocuklar seyrediyor dünyadan göçüp giden annelerini. Üçüncü sayfa haberinde adına geçen anne S.T Boşanmak istediği kocası tarafından öldüren kadın S.T.

Dünyanın tüm sabahları umut taşır Şehirler uyanır , insanlar uyanır. Şehirlerin bir köşesinde sabah  olmayan yerler de vardır. Yerin altında hep gecedir.Bakışlar hep karanlıktır kömür karası gibi. Ölüm vardır yeraltında. Kaza, kader dediğimiz türden bir ölüm.Kömüre karışmış kemikler görünmez karanlıkta.

Stockholm ‘da bir çocuk soğuktan donmuş kuşları seviyor. Filistin ‘de bir anne ölmüş çocukları seviyor..Ölü annelerin çıplak ayaklı cesur çocukları var.

Dünyada sergiler oluyor ,moda günleri, galalar oluyor. Dünyada savaşlar oluyor, dünyada savaşlar oluyor. Devletler olanları kınıyor, devletler olanlardan korkuyor.Paris vitrinlerindeki mankenlerin kolları bacakları var , mültecilerin kolları bacakları yok. Devletler endişeli; şehirlerin estetik görünüşü söz konusu. Kolsuz bacaksız elbisesiz olmak ya da Milano ‘da bir elbise olmak.

Anı dondurmaktan nefret ediyordu artık. Kendini öyle bir sıktı ki karanlık odaya varmadan içindeki tüm yaşanmışlıkları boşluğa bıraktı. Siyah bir kan kusar gibi. Film şeritleriyle birlikte yaktı kendini. Küllerinden doğmamak üzere gitti.

28 Ekim 2014 Salı

ÖTEKİ ŞEHRİN DİASPORASI

Pusulası yoktur göçebelerin .Yersiz yurtsuz olmak yönsüz olmaktır. Bir bedel miydi; bir nedeni var mıydı? Bir büyük tufan gerekliydi. Ait olmanın tüm izlerini silen bir tufan. Bir isme bile sahip olmamalıydın. Birilerinin seni ait kıldığı harfler olmamalıydı.

-Adın ne senin?
-………….

Karanlık bir dehlizin  ortasına oturtulmuş alçak tavanlı basık bir oda. Eşyanın karmaşıklığı odada solunan havaya da tesir etmiş. İçinde farklı renklerde baharat ve kurutulmuş otlar bulunan kavanozlar gelişigüzel sıralanmış.  Duvarda eski  bir fil dişi  ayna ve gül kurusu renkli bir Türk halısı. Halının üzerindeki baklava dilimleri odanın karmaşasına inat özenle işlenmiş. İki köşede birer buhurdanlık ; birinden lavanta kokusu yayılıyor diğerinden ceviz yağı kokusu. Beni kendime getiren bu keskin kokulardı. Ne zamandan beri böyle kendimi bilmeden yatıyordum hatırlamıyorum. Odanın loş ışığı gün mü gece mi olduğunu anlamamı engelliyordu. Zaman kavramını yitirmiş olmak bir an kendimi özgür hissettirdi. Bu geçici özgürlüğün tadını çıkarırken tek dinlediğim iç sesimdi. Tiz bir kadın sesi buna son verdi. Adımı soruyordu, en son ne zaman söylemiştim? Konuşmayalı hayli zaman olmuştu. Asırlık bir yalnızlığı kusarcasına  döküldü kelimeler ağzımdan.
-Beatrisa
-Nereden gelir nereye gidersin ?
-Kastilya ‘dan …

Nereye gittiğimin cevabını bilmiyordum. Önemi de yoktu. Yaşamak yollardan ibaret bir serüven değil miydi? Kaleler şehri Kastilya. Tarihin kanlı tekerrürlerine karşı izole edilmiş mağrur bir duruşun var. Biz evrenin çocukları ; ülkemiz bizim evimiz. İçsel keşiflerimiz , sevdiklerimiz, nefret ettiklerimiz, sınırlarımız, kelimelerimiz, söylediklerimiz, sustuklarımız…Tüm yitirilenlere rağmen son kalemiz. Bir sabah o sağlam son kale kumdan yapılmışçasına yerle yeksan oldu. Engizisyonun verdiği kararla Kastilyalılar evlerinden kovuluyordu. Nedeni ise gerçekte inandıkları ile inandıklarını söylediklerinin farklı olmasıydı. Rab ‘a kalpten inanmayanlar gazabın en büyüğüne uğrar demişti büyükannem Babil’i anlatırken. Şimdi biz evimizden sürgün edilerek mi cezalandırılıyorduk? Tarih bu  diasporaları yazar mıydı? Ben ne Tanrı ‘ya yalan söylemiştim ne de başkalarına. Bizi onların Tanrısına inanmadığımız için mi istemiyorlar diyordu kardeşim. Evet der gibi bakıyordu büyükannem. Konuşmuyordu; kelimeleri de anıları gibi ardında bırakıyordu. Adımlar uzaklaştıkça şehir de küçülüyordu. Devasa yapılar kum taneleri gibi dağılıyordu. Benim kutsal toprağım , yıkılmaz kalem şimdi eski , küçük bir sandığa dönüşmüştü. İçine anıları ve ya-şan-ma-mış-lık-la-rı koyup gidiyordum. Eski eşyalar ve fotoğraflarla birlikte tavan arasına bırakılan öteki sandıklar gibi. Artık ötekiydi şehir.

İber yarımadası 'nda yönünü bilmeyen bir kafile gece gündüz gidiyordu. Akdeniz ‘in sarı sıcağı bedenleri kavuruyor, ara ara esen samyeli ter ve tezek kokusunu peşinden sürüklüyordu. Açlıktan ve sıcaktan sütleri kesilen anneler kırk günü doldurmamış bebeklerini susturamıyor, adım atmaya takati kalmayan yaşlı bedenlerin feryadı dinmiyordu. İsminin Gabriel olduğunu söyleyen bir meczup arp çalıyor, bir yandan da dünyaya lanet eden şiirler okuyordu. Bir anda sinirleniyor heybesinden çıkardığı İncil ‘in sayfalarını yırtıyor, çıra ile tutuşturuyordu. Bu yolculuk bu şekilde on gün kadar sürdü. Açlık baş göstermişti .Atlar yorgun düştükleri için hastalanıyordu. Bu çaresizlik içerisinde debelenirken Tunus yakınlarına geldiğimizde saldırıya uğradık .Eşyaları ve atları gasp ettiler .Bununla yetinmeyip çocukları ve kadınları gözlerine kestirdiler. İtiraz eden olursa kılıçtan geçireceklerini söylediler. Beni ve kardeşimi de sürükleyerek götürdüler. Büyükannem  çaresizce çırpınıyordu arkamızdan bakarken. Kadın ve çocuklardan oluşan elli kişiyi kaçırmışlardı. Bizi bir yük gemisine bindirdiler. Gemideki adamlardan biri çete reisine geminin Konstantiniye’den  demir aldığını söyledi. Bundan önceki seferde Konstantiniye ‘den getirdiği Rum cariyeleri İskenderiye’de nasıl sattığını ballandıra ballandıra anlatıyordu. Konuştukça sürmeli siyah gözlerinden ateş çıkıyordu. Bu haliyle Doğu masallarındaki haramileri andırıyordu. Şarap dolu fıçılardan birinin kapağını tekme vurarak açtı, elindeki toprak kabı içine daldırdı. Doldurduğu şarabın yarısını döke saça içti. Esir kızlardan birinin yanına oturdu. Kıza kısık sesle bir şeyler söylüyor, şarap içmesi için kızı zorluyordu. Zavallı kız korkudan titriyordu. Esirlerin çoğu uyumuştu. Gözlerim daha fazla dayanamadı ve uykuya teslim oldu. Sabaha karşı İskenderiye’deydik. Uyku sersemliği ile neler olduğunu anlamadım önce. Gemideki esir sayısı azalmıştı. Kardeşimin  yanımda olmadığını fark ettim. . Esirlerin bir kısmı sal ile gemiden alınarak başka bir yere götürülmüştü. Kardeşim de bu esirlerle birlikte götürülmüş olmalıydı. Büyükannemden sonra kardeşimle de ayrıldı yollarımız.  Hayattaki tek yakınım da koparılmıştı benden. Artık yapayalnızdım. Gemide kalanlar satılmak için esir pazarına götürülecekti. Güvertede bizi sıraya dizdiler; ellerimiz zincirleyeceklerdi. O sırada kızlardan biri sinir krizi geçirdi. Kendini yere atıyor, saçlarını yoluyordu. Başımızda bekleyen adam da dahil herkes kızı sakinleştirmeye çalışıyordu. Bu hengameden faydalanarak oradan kaçmayı başarmıştım. Koştum. Rüzgarla yarışırcasına koştum. Ciğerlerim parçalansa durmaya niyetim yoktu. Labirent gibi karmaşık bir sokağa geldiğimde nefesim kesildi. Kulaklarımda uğultular sonra karanlık…

Uyandığımda hala yaşıyor olmama sevinmem gerekirdi. Benim hissettiğim sevinmekten çok şaşkınlıktı. Bu oda, eşyalar, kokular, boşluk… Efşan anlattıkça boşluklar biraz olsun tamamlanıyordu. Ses tonu ne kadar naifse bakışları da o denli keskin ve sertti. Öykümü dinlerken zümrüt yeşili gözleri ıslanıyordu mağrurluğunu kaybetmeden. Tanrı iki zümrüt taşını özenle işlemiş göz bebeklerine yerleştirmişti.
-Kırk kapalı bir handır dünya .Her kapı ayrı bir yola açılır. Senin yolların uzun arz – ı alemde.

Efşan haklıydı belki de mutluluğun ait olmamakta olduğuna inanmıştım her zaman. İskenderiye Güneş ‘in şehriydi. Kastilya’da iken güneşin insanlarının öyküsünü dinlemiştim. Ellerinde cam fanuslarla güneş ışığı topladıklarını hayal etmiştim. Burada pencereyi açtığında güneşi avuçlarının arasında hissediyorsun. Ve bu his gecenin kabuslarının ayazını yok ediyor. Günlerim Efşanla birlikte ot toplayarak ,pamuk tarlalarında dolaşarak geçiyordu. Otların her birinin nelere iyi geldiğini , büyüdeki anlamlarını öğreniyordum. Buraya alışmaktan ve ait olmaktan korkuyordum. Bu korku dehlizlerinin med cezirlerinde altı ay geçmişti. Efşan ‘ın evine dünyanın her yerinden insanlar geliyordu; geleceklerini görmek için. Tüccarlar, alimler, köylüler, denizciler… Belki de Efşan ‘ın söyledikleri değil de bu evin egzotik havasıydı onlara iyi gelen. Her misafir bir hatıra bırakıyordu ayrılırken. Portekiz incileri, Hint kumaşları, Sakız Adası ‘nın zeytin yağ şişeleri, Frenk parfümleri, Türk halıları, Venedik şapkaları, el yazması tefsirler, Meryem Ana ikonları. .Efşan ‘ın misafirlerinden biri Riccardo adında Venedikli bir ressamdı. Efşan  için özel biriydi o. Karşılaşmaları bir tesadüftü , diğerlerinden farklı olması bundandı belki de .Efşan , Riccardo ‘nun öyküsünün benimkine benzediğini söylüyordu. Riccardo ünlü bir ressammış . Konstantiniye ‘de de bilinirmiş. Saraya davet edilmiş; hükümdarların tasvirini yapacakmış.
-Riccardo iyi birine benziyor ama tuhaf biraz.
-İyi biridir. Sen falı ne sanırsın? Fal bakmak ruhu okumaktır. Bakışların derinliklerindedir iyilik ve kötülük.
Riccardo giderken yaptığı resimleri bırakmıştı hatıra olarak. Gittiği yerlerdeki insanları resmetmişti. Resimlerini incelemek farklı ülkelere yolculuk etmek gibiydi. Egzotik bir aurası vardı çizdiklerinin. O egzotik resim tasvirlerinden birinde bana ait bir şey vardı. Görünce donup kaldım. Evet oydu , benzerlik falan değildi. Efşan telaşlandı .Ne olduğunu anlamaya çalışıyordu. Yanıma geldi, omuzlarımdan tutup sarstı.
-Ne oldu Beatrisa
-Carmen. Kardeşim.
Artık Güneş’in şehrinde gözlerimi güneşe kapatarak günleri sayıyordum. Kırılıp dökülsün zaman, paramparça olsun günler haftalar. Tek istediğim Riccardo ‘nun buraya tekrar gelmesiydi. Efşan belki de hiç gelmeyeceğini söylüyor ama ben buna inanmak istemiyordum. Mutlaka gelmeliydi. Her gelene Riccardo ‘yu tanıyıp tanımadığını soruyordum. Efşan bu halime üzülüyor olacak  ki o da sorup soruşturuyor; iz sürüyordu. Venedik’ten gelen bir keşiş Riccardo’yu tanıdığını ama şu anda nerede olduğunu bilmediğini söyledi. Giderken bana bir Meryem Ana ikonu bıraktı ve bol bol dua etmemi söyledi. Bütün  gün ikonun karşısında oturuyor boş gözlerle ona bakıyordum .Sanki bana kardeşimin nerede olduğunu söyleyecekmiş gibi. Efşan aklımı kaçırdığımı düşünüyordu.
- Senin halin hiç iyi değil.
- Meryem Ana ‘ya dua eder misin?
- Dua Yaradan ‘a edilir.
- Büyükannem Meryem Ana ikonlarını hiç sevmezdi. Baktıkça İsa ‘nın acısını duyuyorum derdi.
Başka bir dilde dua ederdi. Senin konuştuğun dilde. Bana senin dilini nereden bildiğimi sormadın hiç. Büyükannem genelde kendi kendine konuşurdu.
- Bütün kadınlar en çok kendisiyle konuşur. Kelimelerde gizlenir kadın.

Yalnızdı kadın bu yüzden en çok kendi içine yolculuk ederdi. Çok bilse , çok söylese yakışı kalmazdı. Günahkardı kadın insanoğlunun gözünde. İsa ‘yı çarmıha gerdiren Meryem ‘in günahı gibi. Cennetten kovulan kadın, Pandora’nın kutusundan dünyaya kötülük yayan kadın. Her daim günaha sebep olan kadın. Saatlerdir aynı noktaya bakıyor, kafamın içindeki çığlıkları dinliyordum. Efşan , elinde bir tabak dumanı üstünde irmik helvası ve fokurdayan çaydanlıkla yanıma geldi.
- Melisa ve misk kaynattım. Rahatlatır, ruha huzur verir.
Tanrı’nın kadına bahşettiği anaçlık ve merhamet duygusu dünyayı kötülüklerden kurtarabilirdi.
.......................................................................................................................................................

Güneş ‘in şehri eritti zamanı , mevsimler aktı gitti. Bir şeyin gerçek olması için ondan ümidi kesmek gerekiyordu. Riccardo gelmişti.
- Bu resmini yaptığın kız nerede yaşar?
- Konstantiniye ‘de. Madam Eleni ‘nin yanında dans eder.
Efşan ‘ın dudaklarında buruk bir gülümseme vardı:
- Sana söylemiştim senin ruhun göçebe .
Ayrılık vaktiydi. Oysa çok alışmıştık birbirimize .
Riccardo:
- Konstantiniye, bencil bir aşkla bağlar insanı. Ait olmayı sevmeyenlere iyi gelmez.

Varsın öyle olsun. Aşka meyillidir kadın. Bağlanmak için bir neden bulur her gittiği yerde.








2 Eylül 2014 Salı

Bir düş'tür yaşamak

DÜŞ GEZGİNİ

Dünyayı sıkıcı hale getiren sınırsız evrende sınırlarla yaşamaktı. Normlar ,tabular ,önyargılar , aitlik duygusu… Çoğu zaman çizgileri kendi ellerimizle biz çizeriz bazen de irademiz dışında gelişen olaylar tarafından çizilir. Doğarken bebeğin boynuna dolanan kordon gibi.İlkin bunu oyun zanneder bebek , çırpınır  ilk kez gördüğü dünyaya tutunabilmek için.Nefesi kesilir ; hayat bir arafta başlar. Gitmek ya da kalmak. Gitmez ,var gücüyle tutunur onu sevenlerin ellerine. Keşfetmek gerekiyordu dünyayı kendini bulana dek. Hem eksik hem tam. Aynı zamanda zayıf bir o kadar da güçlü.

Hayat serüvenim işte böyle başladı. Kendimi bildiğimden beri epilepsi hastalığını da biliyordum. Hastaneler, ilaçlar, nöbetler. Zordu her şey . Camdan bir bebek gibi kırılgandım. İnsanların bakışları, hayatın akışını bozan nöbetler beni hırçınlaştırıyordu . Ailemi suçladığım zamanlar bile olmuştu. Nöbet korkusu nedeniyle hiçbir yere tek başıma gidemiyordum. Katıldığım tek bir okul gezisi bile yoktu. Bir kavanozun içinde yıllanmış bir cenin gibiydim. Dışarıda başka bir dünya vardı keşfedilmeyi bekleyen. Asi yapım durumu kabullenmemi engelliyordu. Neden ben diye sorgulamak mutsuzluğumu arttırıyordu. Bazen güçlü yanım baskın geliyor ve bu gerçekle yüzleşmeye karar veriyordum. Nöbet sırasında gördüğüm halüsinasyonları bir üstünlük olarak kabul etmiştim. Başkalarının görmediklerini görüyor, duymadıklarını duyabiliyordum. Ben bir düşü yaşayabiliyordum bu üstünlük değil de neydi? Aklın sınırlarını zorlayan kendini teselli yöntemim güçlü hissetmemi sağlıyordu. Ne var ki kabuğumu kırıp dışarıya çıkmak istediğimde en ufak bakış ya da bir ima geri adım atmama neden oluyordu. Yıllar geçtikçe insan hayatın değerini anlıyordu. Kaybedilen yakınlar, artık sadece bir fotoğraf karesi olan anılar her şeyden gerçekti. Hiçbirimizin zamanı fütursuzca harcayacak bir lüksümüz yoktu. Hayatı daha fazla boşa harcayamazdım.


Çocukken bir öykü dinlemiştim. Bir kaşifin öyküsüydü bu. Zamanın birinde ömrünü dünyayı keşfetmeye adamış bir kaşif varmış. Gezmediği yer yokmuş dünyada. Ama bunlar da yeterli gelmiyormuş kaşife. Artık bildiği dünyadan farklı şeyler bulmak istiyormuş. Kaşif , düşlere yolculuk etmeye karar vermiş Herkes kaşifle alay etmiş ,Onun deli olduğuna inanmışlar. Ama o, düş gezgini olmaya kararlıymış. Benim yeni hayatım kaşifin öyküsüne benziyor. Eski bir fotoğraf makinesi ile her şeye yeniden başladım Farkı insanlar ,farklı dünyalar ve sınırsız bir evren.Hayatın kıyısında olanlar ,hayata karışanlar, cesur olanlar, korkan olanlar ,dış dünya, kurgusal dünya objektifimde can buluyordu. Ödülleri olan iyi bir fotoğrafçıyım , dünyayı geziyorum sınırlarım yok. Kaşifin öyküsünün sonunu bilmiyorum.  Düşlere yolculuk edebildi mi kim bilir? Ama ben bunu başardım  .Fotoğrafladığımız her karede bir düş yok mu bakış açımızla gördüğümüze anlam katmıyor muyuz? Evreni yeniden kurgulanmak bu değil mi. Gerçek olandan  tamamen farklı bir yaşanmışlık kesitini yaratmak evet yaptığım bu. Ben düşlere yolculuk ediyorum hayatımın her anında. Kum taneleri gibi savrulurken zaman hepimiz bir düşün içindeyiz  aslında adına ‘yaşamak’ diyoruz.

12 Mart 2014 Çarşamba

ARMAĞAN

ARMAĞAN
Hiç kuşkusuz en unutulmaz anılar çocukluktakilerdir. Özlemdir ;bazen de kaçıştır bir sığınak misali ya da tesellidir hayatında  güzel anıların da olduğuna dair. Benim ise hatıralarım ‘:Çocukluk ve Yasaklar’ şeklindedir.Mis gibi tarçın kokular eşliğinde sıcacık bir bardak süt; bol şekerli ama.Tanıdık duyguları çağıran, hep hatırlanan, büyülü bir tat, tıpkı çocukluğum gibi.Ninemin tüm ev ahalisinden saklı gizli bana sunduğu bir hazineydi ‘yasak’. Hastaydım şekerle vücudum arasında bir uzlaşmazlık vardı. Canımın delicesine çektiği yaşam ile ölüm arasındaydı sanki. Ne yaparsa yapsın vazgeçemeyeceğin oyun bozan , vefasız bir sevgili gibi. Pamuk ipliğine bağlı hayatımda bir ninem bir de resimlerimdi beni sıkı sıkı sarmalayan.Resim yapmak kendim olmaktı. Konuşmak, susmak, kızmak… Şairler sözcüklerle işlerdi duyguları ben ise renklerle işliyorum.Resim konuşmaz, renkler ve çizgiler konuşur,susar ve öfkelenir. Resimde zaman durur ,akmaz ama dünya öyle mi hep bir acelesi vardır,tez canlıdır saniyeler. İnsan ölüme bir adım yaklaştığında zamanı daha değerli buluyor ; fütursuzca harcayamıyor anı.En küçük bir zaman dilim bile özenle yaşanmalı diyorsun. Yaşam ve ölüm ;siyah ve beyaz gibi. Yaşam bazen siyah bazen de beyaz olabilir ama ölüm hep siyahtır. Araf ise gri. Yıllar ince çizgiler üzerinde akıp geçti.Sarı bir sonbahar günü ninem Siyah’a gitti ; göçtü bu diyardan. Gencecik ruhu köhne bedeni terkediverdi.
Şimdi bir hastane odasında gözleri mi açtığımda beni yayına almadığını ;gördüğümün bir rüya olduğunu anladım. Yine bir şeker koması sonrasıydı. Sınırı aşmanın bedeliydi. Eşim yanı başımda oturmuş ,benim hayata dönmemi bekliyordu. Alışkındık bu sahnelere.Benle evlendiğine pişmandı belki de. Hem sürekli oyun bozanlık edip gitmeye kalkıyordum bu dünyadan hem de bir çocuk veremiyordum ona .Sanıyorum ki beni seviyor.İnsülin ile anlaşmaya varamayan bedenim doğum yapmayı kaldıramazmış , çok riskliymiş. Doktorun bana her seferinde yinelediği cümleler .Bir de gözlerimi kaybetme riski varmış.Şeker komasının olası sonuçları. Bir doktorun hastasına kullandığı ritüel cümleler, nasihatlar işte. Bu zamana kadar bunları hiç umursamazdım ama şimdi…Gördüğüm rüya her şeyi  değiştirdi .Beni başka biri yaptı adeta. Ninemin çocuk gibi masum gözleri, kadife sesi ve tarçın kokuları vardı rüya alemimde. ‘Hayat ince ince ,ilmek ilmek örülen bir kozadır yavrum, sabırla işlenir,sabırla olgunlaşır.Sen metanetini kaybetmedikçe de elini çekmez senden. Ninemin sözleri şiir gibi gelmişti , tarçın kokusunu içime çektim  .’ Rabbim eşindeki sabrın yarısını sana versin. Birlikte aydınlığa çıkın’. Son cümlesi de buydu.Kayboldu sonra ,düşler aleminden akıp gitti.Belki de Beyaz’a gitti. .İlk kez bir rüyayı bu kadar net hatırlıyorum.Oysa hep siliktiler ; kesik kesik birkaç görüntü gibi. Kelimeler anahtar oldu gizli kapılarımı açtı .İçimdeki sabrı ve gücü çıkardı. Yenilenmiş gibiydim hayata bambaşka bir pencereden bakıyordum. Hastalığımla mücadele edebileceğime inandım ,sınırlarda yaşadığımı kabullenmekle başladım işe .İlaçlarımı düzenli almak ve az miktarda yemek eskisi kadar sıkıcı gelmiyordu bana.Hayatın tadı neydi ki zaten mutlu olduğun an. Şekerli ya da şekersiz ,tuzlu ya da tuzsuz .Önemli olan hislerin lezzetiydi , nefes almanın damakta bıraktığı tat.Kendime iyi bakarsam anne olabilecektim .Dünyanın en şeker varlığına sahip olmanın mutluluğu her şeye değmez miydi? Bir de renklerimi kaybetmeyecektim bu en büyük felaketim olurdu.Yeni bir hayat ve eski dostlarım renkler.Hayatın tadı mutlu olduğumuz anlardan ibaretse eğer resim de bu anıları ölümsüzleştirendir. Resimde zaman durur sonsuzluğa uzanır, bir gün başka bir hayat onda kendini görsün ,sabrına hayran olsun diye…