28 Ekim 2014 Salı

ÖTEKİ ŞEHRİN DİASPORASI

Pusulası yoktur göçebelerin .Yersiz yurtsuz olmak yönsüz olmaktır. Bir bedel miydi; bir nedeni var mıydı? Bir büyük tufan gerekliydi. Ait olmanın tüm izlerini silen bir tufan. Bir isme bile sahip olmamalıydın. Birilerinin seni ait kıldığı harfler olmamalıydı.

-Adın ne senin?
-………….

Karanlık bir dehlizin  ortasına oturtulmuş alçak tavanlı basık bir oda. Eşyanın karmaşıklığı odada solunan havaya da tesir etmiş. İçinde farklı renklerde baharat ve kurutulmuş otlar bulunan kavanozlar gelişigüzel sıralanmış.  Duvarda eski  bir fil dişi  ayna ve gül kurusu renkli bir Türk halısı. Halının üzerindeki baklava dilimleri odanın karmaşasına inat özenle işlenmiş. İki köşede birer buhurdanlık ; birinden lavanta kokusu yayılıyor diğerinden ceviz yağı kokusu. Beni kendime getiren bu keskin kokulardı. Ne zamandan beri böyle kendimi bilmeden yatıyordum hatırlamıyorum. Odanın loş ışığı gün mü gece mi olduğunu anlamamı engelliyordu. Zaman kavramını yitirmiş olmak bir an kendimi özgür hissettirdi. Bu geçici özgürlüğün tadını çıkarırken tek dinlediğim iç sesimdi. Tiz bir kadın sesi buna son verdi. Adımı soruyordu, en son ne zaman söylemiştim? Konuşmayalı hayli zaman olmuştu. Asırlık bir yalnızlığı kusarcasına  döküldü kelimeler ağzımdan.
-Beatrisa
-Nereden gelir nereye gidersin ?
-Kastilya ‘dan …

Nereye gittiğimin cevabını bilmiyordum. Önemi de yoktu. Yaşamak yollardan ibaret bir serüven değil miydi? Kaleler şehri Kastilya. Tarihin kanlı tekerrürlerine karşı izole edilmiş mağrur bir duruşun var. Biz evrenin çocukları ; ülkemiz bizim evimiz. İçsel keşiflerimiz , sevdiklerimiz, nefret ettiklerimiz, sınırlarımız, kelimelerimiz, söylediklerimiz, sustuklarımız…Tüm yitirilenlere rağmen son kalemiz. Bir sabah o sağlam son kale kumdan yapılmışçasına yerle yeksan oldu. Engizisyonun verdiği kararla Kastilyalılar evlerinden kovuluyordu. Nedeni ise gerçekte inandıkları ile inandıklarını söylediklerinin farklı olmasıydı. Rab ‘a kalpten inanmayanlar gazabın en büyüğüne uğrar demişti büyükannem Babil’i anlatırken. Şimdi biz evimizden sürgün edilerek mi cezalandırılıyorduk? Tarih bu  diasporaları yazar mıydı? Ben ne Tanrı ‘ya yalan söylemiştim ne de başkalarına. Bizi onların Tanrısına inanmadığımız için mi istemiyorlar diyordu kardeşim. Evet der gibi bakıyordu büyükannem. Konuşmuyordu; kelimeleri de anıları gibi ardında bırakıyordu. Adımlar uzaklaştıkça şehir de küçülüyordu. Devasa yapılar kum taneleri gibi dağılıyordu. Benim kutsal toprağım , yıkılmaz kalem şimdi eski , küçük bir sandığa dönüşmüştü. İçine anıları ve ya-şan-ma-mış-lık-la-rı koyup gidiyordum. Eski eşyalar ve fotoğraflarla birlikte tavan arasına bırakılan öteki sandıklar gibi. Artık ötekiydi şehir.

İber yarımadası 'nda yönünü bilmeyen bir kafile gece gündüz gidiyordu. Akdeniz ‘in sarı sıcağı bedenleri kavuruyor, ara ara esen samyeli ter ve tezek kokusunu peşinden sürüklüyordu. Açlıktan ve sıcaktan sütleri kesilen anneler kırk günü doldurmamış bebeklerini susturamıyor, adım atmaya takati kalmayan yaşlı bedenlerin feryadı dinmiyordu. İsminin Gabriel olduğunu söyleyen bir meczup arp çalıyor, bir yandan da dünyaya lanet eden şiirler okuyordu. Bir anda sinirleniyor heybesinden çıkardığı İncil ‘in sayfalarını yırtıyor, çıra ile tutuşturuyordu. Bu yolculuk bu şekilde on gün kadar sürdü. Açlık baş göstermişti .Atlar yorgun düştükleri için hastalanıyordu. Bu çaresizlik içerisinde debelenirken Tunus yakınlarına geldiğimizde saldırıya uğradık .Eşyaları ve atları gasp ettiler .Bununla yetinmeyip çocukları ve kadınları gözlerine kestirdiler. İtiraz eden olursa kılıçtan geçireceklerini söylediler. Beni ve kardeşimi de sürükleyerek götürdüler. Büyükannem  çaresizce çırpınıyordu arkamızdan bakarken. Kadın ve çocuklardan oluşan elli kişiyi kaçırmışlardı. Bizi bir yük gemisine bindirdiler. Gemideki adamlardan biri çete reisine geminin Konstantiniye’den  demir aldığını söyledi. Bundan önceki seferde Konstantiniye ‘den getirdiği Rum cariyeleri İskenderiye’de nasıl sattığını ballandıra ballandıra anlatıyordu. Konuştukça sürmeli siyah gözlerinden ateş çıkıyordu. Bu haliyle Doğu masallarındaki haramileri andırıyordu. Şarap dolu fıçılardan birinin kapağını tekme vurarak açtı, elindeki toprak kabı içine daldırdı. Doldurduğu şarabın yarısını döke saça içti. Esir kızlardan birinin yanına oturdu. Kıza kısık sesle bir şeyler söylüyor, şarap içmesi için kızı zorluyordu. Zavallı kız korkudan titriyordu. Esirlerin çoğu uyumuştu. Gözlerim daha fazla dayanamadı ve uykuya teslim oldu. Sabaha karşı İskenderiye’deydik. Uyku sersemliği ile neler olduğunu anlamadım önce. Gemideki esir sayısı azalmıştı. Kardeşimin  yanımda olmadığını fark ettim. . Esirlerin bir kısmı sal ile gemiden alınarak başka bir yere götürülmüştü. Kardeşim de bu esirlerle birlikte götürülmüş olmalıydı. Büyükannemden sonra kardeşimle de ayrıldı yollarımız.  Hayattaki tek yakınım da koparılmıştı benden. Artık yapayalnızdım. Gemide kalanlar satılmak için esir pazarına götürülecekti. Güvertede bizi sıraya dizdiler; ellerimiz zincirleyeceklerdi. O sırada kızlardan biri sinir krizi geçirdi. Kendini yere atıyor, saçlarını yoluyordu. Başımızda bekleyen adam da dahil herkes kızı sakinleştirmeye çalışıyordu. Bu hengameden faydalanarak oradan kaçmayı başarmıştım. Koştum. Rüzgarla yarışırcasına koştum. Ciğerlerim parçalansa durmaya niyetim yoktu. Labirent gibi karmaşık bir sokağa geldiğimde nefesim kesildi. Kulaklarımda uğultular sonra karanlık…

Uyandığımda hala yaşıyor olmama sevinmem gerekirdi. Benim hissettiğim sevinmekten çok şaşkınlıktı. Bu oda, eşyalar, kokular, boşluk… Efşan anlattıkça boşluklar biraz olsun tamamlanıyordu. Ses tonu ne kadar naifse bakışları da o denli keskin ve sertti. Öykümü dinlerken zümrüt yeşili gözleri ıslanıyordu mağrurluğunu kaybetmeden. Tanrı iki zümrüt taşını özenle işlemiş göz bebeklerine yerleştirmişti.
-Kırk kapalı bir handır dünya .Her kapı ayrı bir yola açılır. Senin yolların uzun arz – ı alemde.

Efşan haklıydı belki de mutluluğun ait olmamakta olduğuna inanmıştım her zaman. İskenderiye Güneş ‘in şehriydi. Kastilya’da iken güneşin insanlarının öyküsünü dinlemiştim. Ellerinde cam fanuslarla güneş ışığı topladıklarını hayal etmiştim. Burada pencereyi açtığında güneşi avuçlarının arasında hissediyorsun. Ve bu his gecenin kabuslarının ayazını yok ediyor. Günlerim Efşanla birlikte ot toplayarak ,pamuk tarlalarında dolaşarak geçiyordu. Otların her birinin nelere iyi geldiğini , büyüdeki anlamlarını öğreniyordum. Buraya alışmaktan ve ait olmaktan korkuyordum. Bu korku dehlizlerinin med cezirlerinde altı ay geçmişti. Efşan ‘ın evine dünyanın her yerinden insanlar geliyordu; geleceklerini görmek için. Tüccarlar, alimler, köylüler, denizciler… Belki de Efşan ‘ın söyledikleri değil de bu evin egzotik havasıydı onlara iyi gelen. Her misafir bir hatıra bırakıyordu ayrılırken. Portekiz incileri, Hint kumaşları, Sakız Adası ‘nın zeytin yağ şişeleri, Frenk parfümleri, Türk halıları, Venedik şapkaları, el yazması tefsirler, Meryem Ana ikonları. .Efşan ‘ın misafirlerinden biri Riccardo adında Venedikli bir ressamdı. Efşan  için özel biriydi o. Karşılaşmaları bir tesadüftü , diğerlerinden farklı olması bundandı belki de .Efşan , Riccardo ‘nun öyküsünün benimkine benzediğini söylüyordu. Riccardo ünlü bir ressammış . Konstantiniye ‘de de bilinirmiş. Saraya davet edilmiş; hükümdarların tasvirini yapacakmış.
-Riccardo iyi birine benziyor ama tuhaf biraz.
-İyi biridir. Sen falı ne sanırsın? Fal bakmak ruhu okumaktır. Bakışların derinliklerindedir iyilik ve kötülük.
Riccardo giderken yaptığı resimleri bırakmıştı hatıra olarak. Gittiği yerlerdeki insanları resmetmişti. Resimlerini incelemek farklı ülkelere yolculuk etmek gibiydi. Egzotik bir aurası vardı çizdiklerinin. O egzotik resim tasvirlerinden birinde bana ait bir şey vardı. Görünce donup kaldım. Evet oydu , benzerlik falan değildi. Efşan telaşlandı .Ne olduğunu anlamaya çalışıyordu. Yanıma geldi, omuzlarımdan tutup sarstı.
-Ne oldu Beatrisa
-Carmen. Kardeşim.
Artık Güneş’in şehrinde gözlerimi güneşe kapatarak günleri sayıyordum. Kırılıp dökülsün zaman, paramparça olsun günler haftalar. Tek istediğim Riccardo ‘nun buraya tekrar gelmesiydi. Efşan belki de hiç gelmeyeceğini söylüyor ama ben buna inanmak istemiyordum. Mutlaka gelmeliydi. Her gelene Riccardo ‘yu tanıyıp tanımadığını soruyordum. Efşan bu halime üzülüyor olacak  ki o da sorup soruşturuyor; iz sürüyordu. Venedik’ten gelen bir keşiş Riccardo’yu tanıdığını ama şu anda nerede olduğunu bilmediğini söyledi. Giderken bana bir Meryem Ana ikonu bıraktı ve bol bol dua etmemi söyledi. Bütün  gün ikonun karşısında oturuyor boş gözlerle ona bakıyordum .Sanki bana kardeşimin nerede olduğunu söyleyecekmiş gibi. Efşan aklımı kaçırdığımı düşünüyordu.
- Senin halin hiç iyi değil.
- Meryem Ana ‘ya dua eder misin?
- Dua Yaradan ‘a edilir.
- Büyükannem Meryem Ana ikonlarını hiç sevmezdi. Baktıkça İsa ‘nın acısını duyuyorum derdi.
Başka bir dilde dua ederdi. Senin konuştuğun dilde. Bana senin dilini nereden bildiğimi sormadın hiç. Büyükannem genelde kendi kendine konuşurdu.
- Bütün kadınlar en çok kendisiyle konuşur. Kelimelerde gizlenir kadın.

Yalnızdı kadın bu yüzden en çok kendi içine yolculuk ederdi. Çok bilse , çok söylese yakışı kalmazdı. Günahkardı kadın insanoğlunun gözünde. İsa ‘yı çarmıha gerdiren Meryem ‘in günahı gibi. Cennetten kovulan kadın, Pandora’nın kutusundan dünyaya kötülük yayan kadın. Her daim günaha sebep olan kadın. Saatlerdir aynı noktaya bakıyor, kafamın içindeki çığlıkları dinliyordum. Efşan , elinde bir tabak dumanı üstünde irmik helvası ve fokurdayan çaydanlıkla yanıma geldi.
- Melisa ve misk kaynattım. Rahatlatır, ruha huzur verir.
Tanrı’nın kadına bahşettiği anaçlık ve merhamet duygusu dünyayı kötülüklerden kurtarabilirdi.
.......................................................................................................................................................

Güneş ‘in şehri eritti zamanı , mevsimler aktı gitti. Bir şeyin gerçek olması için ondan ümidi kesmek gerekiyordu. Riccardo gelmişti.
- Bu resmini yaptığın kız nerede yaşar?
- Konstantiniye ‘de. Madam Eleni ‘nin yanında dans eder.
Efşan ‘ın dudaklarında buruk bir gülümseme vardı:
- Sana söylemiştim senin ruhun göçebe .
Ayrılık vaktiydi. Oysa çok alışmıştık birbirimize .
Riccardo:
- Konstantiniye, bencil bir aşkla bağlar insanı. Ait olmayı sevmeyenlere iyi gelmez.

Varsın öyle olsun. Aşka meyillidir kadın. Bağlanmak için bir neden bulur her gittiği yerde.